22 Ocak 2010 Cuma

TRIVANDRUM TREN ISTASYONU, “On the Way To Goa”

Valla istasyona gelmeden ve trene binmeden önce ısrarla yemek yememiz gerektiğinden iyi bir restoran aradık durduk. İnanmayacaksınız ama bir evvel gittiğimiz saçma şıklıktaki anlamsız otel bize bir meyve salatası getirmekte ortalama 30 dakika gecikince ben ufaktan kızmaya başladım. Neyse baktık ki bu hadise gelmiyor, hadi kalkalım dedik ve hızla o saçma yerden uzaklaştık. Bu arada bize tuvalet ihtiyacımız için bir mola oldukları ve aynı zaman dada soğuk ve temiz havalı salonlarında oturmamıza olanak sağladıkları için buradan teşekkür etmek istiyorum. Ancak arabaya bindiğimizde , anlaşmakta güçlük çektiğimiz şoförümüz şaşkın bakışlarını gidermek pek kolay olmadı. 30 dakika önce yemek yemek için arabadan inen 2 kız gene geri geliyordu, ah acaba neden mutlu olmuyorlardı? Falan diye düşünüyordu herhalde. Sonuç itibariyle, ilk defa dışarıdan kötü gözüken ama aslında yemekleri gayet iyi olan maksimum ucuz bir restoranda yemek yedik. Tepemizde dönüp duran vantilatör ortamdaki sıcak havayı, salonun bir ucundan diğer ucuna atmaktan başka bir işe yaramıyordu. Pencereden baktığınızda dışarısı gözükmüyordu bile, camlar buzluydu. Ortalıkta bir hemcinsimiz bile yoktu. Gelecek yemeklerden pek umutlu değildik ama gerçekten şimdiye yediğim en güzel sebze ve pilavı yediğimi itiraf ediyorum. Ne zaman “without spice” desek yemek “but little spice” şeklinde geliyor. Ancak adamların anlayışı bu.Ben eminim ki mutfaktaki aşçının yemeği bizim istediğimiz gibi yapmaya eli gitmiyor. Hani benim annem de yapar bazen.” Ah öyle yenmez, şunu da koysaydın, bak çok güzel olur biraz da şarap iç. Hah şimdi oldu.” Ama herkesin farklı bir damak tadı var. Evet ben de garipsiyorum bazen insanları ama yine de saygı duyuyorum, aynı saygıyı Hint insanlarından da bekliyordum ama vazgeçtim. Onun yerine ben de alışmaya çalışıyorum. Belki de baharatsız yiyerek kaçırdığım bir şeyler vardır. İnşallah ortada buluşacağız. Tabi ben mide fesatı geçirmez isem...

Karnımız oldukça dolu bir şekilde tren istasyonuna doğru yola koyulduk. Gene sırtımıza 250 gram çantalarımız… Şaka maka çantaya ekstra bir şey koymamış olmamıza rağmen şu anki ağırlığı yola çıkmış olduğumuz halinden daha fazla. Yine tren istasyonundayız. Yok buna alışamıyoruz. Trenler çok fena gözüküyor ve sinirimizi bozuyor. Ne zamanki içine binip bir süreyi orada geçiriyoruz, sonra alışmaya başlıyoruz. Nitekim yine öyle oldu. Üstelik bize eşlik edecek yol arkadaşımız da olcukça sempatik bir Dubai’li iş adamı çıktı. O da, diğer bir çok Hintli gibi astroloji yoluyla hayat arkadaşını bulmuş. Şuan 2 çocuğu var ve yarın hep beraber Goa’da buluşacaklar. Gece boyunca hoş bir sohbet bizi içine aldı. Bize Tanrı anlayışından, hayata bakış açısından ve nasıl evlendiğinden bahsetti. Şimdiye kadarkilerden farklı bir şey dinlemedik ama İngilizce seviyesi oldukça iyi olduğu için en çok Anil’i dinlemekten keyif aldığımı söylemeliyim. Tek çocuk olduğu için, annesi onunda üzerine çok düşermiş. Yani erkek annelerinin, çocuklarına ekstra ilgi göstermesi burada da çok rastlanan bir durum diyebiliriz. Hiç tanımadığı biriyle, sadece astrolojik yıldızları uyuyor diye evlenmek ise Anil için müthiş bir deneyim olmuş. Ben de ona, ablamın düğün fotoğraflarını ve bizim ritüelimizi gösterdim. O bana teşekkür etti, aslında ben de ona ettim. Yolculuğumuz boyunca karşımıza çıkan herkes bizimle çok güzel ve özel anlarını paylaşıyor. Biz mi şanslıyız yoksa onlar mı rahat bilemedim. Ama gelen her şeyi geldiği gibi yaşamak bile yeterince keyifli.

21.0CAK.10 TRIVANDUM MÜZESİ VE GALERİSİ




Konu başlığına hiç aldanmayın, yazık ki yazacaklarımın içinde bir damla sanat kırıntısı mevcut değil, maalesef de olamayacak. Çünkü Trivandum’daki müze, inşaatta olduğu için kapalıydı. Dolayısıyla, kitap okumak ve sohbet etmekle geçen bir güne sahip olduk.

Saat 13.10’da otelimizden ayrıldık. Resepsiyonda ki kızın fotoğrafımızı çekme çabası görülmeğe değerdi. Önce içimden arşiv yaptığını düşündüm, sonra bizi sevdiğini sonra da hayatımda çok gereksiz şeyleri bazen çok düşündüğümü düşündüm. Zaman zaman bu düşüncelerimin yazık ki kurbanı olup,kendimi bir örümcek ağının içinde can çekişen başka bir tür yaratık gibi hissediyorum. Sen kimsin ki örümcek ağının içinde ne işin var? Madem ki düştün ne debelenip duruyorsun boyun eğ.

Otelden ayrılmadan önce kahvaltı ettiğimiz yerin Yöneticisi yanımıza gelerek bizimle ufak bir sohbete karıştı. Tüm sohbetin yine aşağı yukarı Hint kültürüne dair konumlanacağını sanmıştım ancak adam “Peter” öyle güzel şeyler söyledi ki içimde çiçekler açtı valla. “Hayatta başımıza ne gelirse güzel bir şey için gelir” dedi. “Zaten eğer o olan şey olmazsa gelecekte olan şey de olmaz ve bu bizim sadece bakış açımızdır “dedi. Biz dedi bazen, olayları ah bu iyi bir şey bu kötü bir şey, ah bu da mı başıma gelecekti, şimdi ne yapacağım gibi tepkiler vererek panik yaşar, yaladığımız anı daha da egzajere eder bir türlü durumu iyi yönünden görmeyi beceremeyiz dedi. Hiç fotoğrafını çekemedim, nedense yanımda makine yoktu kaldı ki aklıma da gelmedi. Ancak Peter beredeyse 45 yaşında gösteriyor ama fizyolojik yaşı 61. Kısaca size oldukça genç gözüktüğünü söylemeliyim. Ben çok kolay bir insan diyor Peter, hayat bana ne verirse onu geldiği gibi alırım. Zorlamam. Kimse geleceği bilemez, ya da değiştiremez sadece seçimlerimizle az olsun yön verebiliriz dedi. Ve yaptığımız her şey güzel bir şey için varlığını sürdürmektedir. Sanırım tam o an, aslında etrafımdaki tüm insanlığın bu bakış açısından ne kadar uzak olduğunu fark ettim. Belki de Hindistan’ı tılsımlı yapan, sihirli yapan, insanların gözünde bambaşka yapan şey işte tam da buydu. Burada herkesin bakış açısı bu. Kimse aç olduğu için işte bu yüzden mutsuz eğil. Kimse bir hüsran ve hüzün içinde değil. Buraya geldiğim ilk günden beri yaşadığımız kültür şoku dışında hiç gerçek anlamda gergin birilerini görüp şaşırdığımı hatırlamıyorum. Tansiyon o kadar düşük ki, biri olay çıkartsa bir diğer kişilerin meraklı bakışları arasında kavga etmeye başlayacaklarını bile hiç sanmıyorum.

Neden acaba bizim ülkemiz ve diğer tüm Avrupa ülkelerinde bu durum böyle? Neden insanlar bu tip bir felsefeye kendi yaşam alanlarında gülerek, şaka gibi değerlendiriyorlar? Ama burada neredeyse milyarlarca insandan oluşan bu masif topluluk böylesine pozitif bir düşünceyi damarlarında akan kanda bile hissedebiliyor?
Peter ayrıca görücü usulüyle de evlenmiş. Ve bize ders verir gibi konuyu tüm açıklığıyla öylesine güzel ifade etikti, aslında modern olmayan bu fikirlere katılmadan da edemedim. “Siz bu yaşa gelene kadar bir çok insanlar bir çok farklı şey deneyimliyorsunuz değil mi? Evet deneyimliyoruz doğrudur. “Bir süre sonra yaptığınız şey anlamını ve özelliğini yitiriyor. Oysa ki biz hayatımızı birleştireceğimiz kadına değin elimiz bir kadın tenine dahi değmiyor. O anın ve ondan sonra yaşanacak tüm anların bizim için ne kadar değerli olduğunu bilemezsiniz. Bugün karım menapozda artık. Ama ben hala onu sen çok seksisin, çok güzelsin, müthişsin, benim karımsın diye motive ediyorum ve biz hafta da en 3,4 gün birlikte oluyoruz” demez mi? Ne kadar güzel bir şey olabilir bu? Bizim kültürümüzde ise, evliliğin ilk 5 senesi her şey günlük gülistanlık ama ne zaman kadın hamile kalıyor, vücut deformasyonu başlıyor işte o zaman evlilikteki çatırdamalar, başlıyor. Zamanla ilgisi dağılan erkek, karısından sıkıldığı algısına kapılıyor ki bu artık kadınlarımızda da mevcut. Eskiden gözü dışarıda olan erkekken kadınlar ipleri ellerine almaya başladıkça ve evde sesleri çıkmaya başladıkça, onlar aldatıyor adam oluyor ben yapamaz mıyım gibi bir güç savaşı ile artık kadınlarca rahatça ve futursuzca aldatıp daha sonra bunu bir de meziyet sanıyorlar. Oysa o ilişkiden geri kırıntı bile bırakmamış oluyorlar. Burada lafım kimsenin özeline değil elbet. Şaşırdığım kültürlerin değişik bakış açıları ve yaşamın kalite değeri. Biz aldatırken zevk alıyoruz bu durumda, onlar için ise aldatmak uzayda. Ama nasıl ki onların düzeninin bir parçası olmuş artık bu, bizim de düzenimizin bir parçası aldatmak ve daha da üzücü ki bu hayatın sadece kadın- erkek ilişkisi kısmında değil,aynı zamanda iş ilişkilerimiz de ve hatta tanımadığımız bir insanla bile olan diyalogumuzun içinde bile var. Bu bizi şüpheci, paranoyak, depresif ve mutsuz kılıyor. Zamanla bu duyguların bağımlısı oluyoruz. Her şey bir kısır döngünde dönmeye başlıyor. Sanki çamaşır makinesi santifüj, sıkma programındaymış gibi. Suyumuz çıkana kadar başımıza gelmeyen kalmıyor, canımız sıkılıyor. Saçlarımız önce beyazlıyor sonra yüzümüz kırışıyor, yorgun hissediyoruz ve yaşlı. Olgun hissettiğimizi düşünmeye çalışıp kendimizi motive ediyoruz sözüm ama nafile. Başımıza gelenleri kaldıracak yeterince güçlü bir kalbimiz ve bünyemiz yoksa hasta oluyoruz hem. Bu sefer başka bir süreç başlıyor. Bu insanlar ise, inanıyorlar. Yaşama inanıyorlar, illa ki milyonlarca tanırlarından herhangi bir tanesinin onları kurtaracağına değil, evrene inanıyorlar. Enerjilere, olaylara ve kendilerine inanıyorlar. Güzel düşünüyorlar. Kötüyü düşünüp ona yol vermiyorlar Kötüyü iyi düşüncelerle bıçak gibi kesip atıyorlar. Elbette ki bazı gerçekleri kimse göz ardı edemeyiz. Kafadan atma bir takım olayların varlığına inanıp, havalarda yoga yaparken uçmak değil olay. VARANASİ’de ki Ganj nehrinin mucizevi hikayesi gibi. Evet sonunda bu sene devlet bu suyun temizlenmesi için girişimde bulunarak bir proje başlatmış. Ancak buna gelene değin su da bir türlü bulunamayan kolibasil oranına ne demeli. Bu insanların bu sudan şifa alarak iyileşmelerine ne demeli? Neye inanırsanızdır hayat. Hangi penceren bakarsanız, bakmayı arzularsanız göreceğiniz ve deneyimleyeceğiniz odur.

Bugün güzel düşünüyorum. Kendi düşüncelerimin artık hakimiyim. Beynimin içinde sadece benim iç sesim var ve kulağıma çok güzel şeyler fısıldıyor. Dilerim değerli bir arkadaşımın da bana söylediği gibi, yaşamımın bu yolculuğumdan geriye kalan kısmında da bu tadı muhafaza edebilir bu düşüncelerimle kendimi yönlendirmeye devam edebilirim.

20 Ocak 2010 Çarşamba

BU NAZAR BONCUĞU GEÇEN ZOR GÜNÜMÜZ ANISINADIR



Not: Bütün bunlar başımıza gelmeden önce ATM’ye gidip para çekmemiz gerekti. Önce ben çektim, sonra Vanessa. Bu arada, Vanes bana bir şeyler söylüyordu, parasını alması gerekirken konuşmaya devam edince ATM parayı aldı. İkimizde kalakaldık. Koşarak yukarı bankaya çıktım. Durumu anlattım. Adam gülmeye başladı. Komik olan neydi ki? Suratının ortasına bir şaplak patlatasım geldi ama takdir edersiniz ki yapamadım. Adam saat 17.00’den sonra gelin, reciet ile beraber paranızı alırsınız dedi. Peki dedik, Onca yoldan sonra bir de bankaya uğradık. Ancak adam bu işlemi yapan arkadaşlar gitti. Üzgünüm yarın sabah gelin dedi. Gene kızdık. Bugün hep kızdık. Yarın sabah bankalar 10.00’da açılıyor. Dileriz bu şapşal Goverment Bank oF India paramızı verecek. Bugün gerçekten zor bir gündü. Ancak en kötü günümüz böyle olsun değil mi?
Sevgiyle,

KUNYAKUMARI PICTURES





KANYAKUMARI "3 denizin birleştiği ve bizim bittiğimiz an"



Gitmesine gittik. Varacağımız yere de çok şükür vardık. Artık maksimum açtık ve tuvalet ihtiyacımız tavan yapmıştı. İndiğimiz yer ise bir felaketti. Bize Mumbai’de ki ilk günümüzü hatırlattı. Herkes çıplak ayaktı burada. Restoran diye bir şey yoktu. Ayrıca birleşen denizlerinde hiçbir esprisi yoktu. Tamam ortadaki tapınak çok şıktı da eee… Başka? Yemek nerede yiyebilirdik? Gözüm zaten tapınak falan görmüyordu, ilkin midemi doyurmam gerekiyordu ve acilen tuvalete gitmem de şarttı. Neyse aşağıya doğru yürümeye başladık. Deniz kenarına yaklaştıkça rüzgar artmaya başladı. Alenen kumlarla beraber rüzgardan dayak yiyordum. Acaba dün akşamki lobster (Istakoz) yüzünden mi bu haldeydik? Yoksa göze mi gelmiştik? Bu işte bir terslik vardı. Tamam şuan bunları düşünmektense tuvalet bulmaya konsantre olmaya karar verdim. Evet bir restoran aman allahım içerisi sırf erkek dolu. Peki gene de tuvalete girelim ama burada yemek yiyemeyiz. Meraklı ve şaşkın bakışların içinde tuvalet ve lavaboyu kullandıktan sonra acilen kendimizi o restorandan dışarı attık. Tamam şimdi bir otel restoranı bulacağız ve huzura ereceğiz. Yo hayır olamaz. Hiçbir restoran düzgün değil. Yollar leş gibi, herkes çıplak ayak ve hava çok ama çok sıcak. Saat 15.00 ve biz sabah doğru düzgün kahvaltı bile etmedik. Acaba dönsek mi? Evet dönelim. Ve tekrar arabadayız. Dönüş 4 saat sürdü Yol ve trafik bitmek bilmedi. Hiçbir yerde hiçbir şey yiyemedik. Yorgunluk, sıcak, açlık. Evet sanırım birilerinin gerçekten gözü kaldı. Ama halkın içindeyiz. Etraf berbat kokuyor ve görüntüler de hiç hoş değil. Otelimizin etrafı dışında anlaşılan gidilebilecek hiçbir yer yokmuş meğer. Otele varmamız ve yemeğe oturmamız saat 19.00’u buldu. Yine bir testten geçtik ama testi başarıyla tamamladık. Kendimizi ve temper’ımızı kaybetmedik. Bu sefer iletişimden kopmadık. Ve sonunda yemek yemek gerçek bir hediye oldu. Duş yapmak ve güzel kokmak ne demek bir kez daha anladım. Kıyafetlerimizin üzerinden yarım kilo toz aktı sanırım. Ama şuan onlarda temiz biz de. Yarın Goa’ya gidiyoruz. Yine bir tren yolculuğu bizi bekliyor. Bizim için ellerinizi birleştirip dua edin. Her şey gönlümüzce gönlünüzce olsun.

BU MUZLAR KIRMIZI, HERALDE BAHARATLI. DENEMEYE KORKTUM :)

İSTEMEDEN İSTEK ÜZERİNE HALKA KARIŞTIK













Dün akşam saatlerinde hala internet üzerinde üstün performans gösterirken bir tanıdığım, bloga lokal insanlara dair fotoğraf koymadığımdan şikayet etti. Diğer bir arkadaşım ise çok kokoş takılıyorsunuz biraz halka karışın dedi. Bu iki duruma da çok katıldığımız söylenemezdi ancak yine de üzerinde düşünmeden edemedim. Oysaki birçok lokal insan fotoğrafı bilgisayarımda mevcuttu. Acaba çalı çırpıya mı boğmuştum sizi ki, orası Hindistan mı? Diye soranlar dahi olmuştu. Bunun üzerine sabahın erken saatlerinde asıl amacımız 3 ana denizin birleştiği yere Kumarayaki’ye gitmekti asıl amacımız. Söylentilere göre, Arap denizi, Bengal Körfezi ve Hindistan Okyanusunun birleştiği bu tılsımlı yere gitmek lazımdı. Burası turistler ile doluydu ve manzara görülmeğe değerdi.Bu durumda iş başa düştü. Nasıl gidebileceğimizi araştırırken ve aynı zamanda telefon beklerken kendimi makinemle beraber komşu köylere attım.

İlk dikkatimi çeken şey, ağaçtan yüzlerce metre yukarıdan düşen kocaman toplar oldu. Meğer adamın teki ağacın en uç noktasına çıkmış elindeki satırla Hindistan cevizleri kesip aşağıya atıyormuş.Fotoğrafını yakalamak için neredeyse koştum. Hay aksi ters ışık. Bir silüet şeklinde çıkan adamcağızı düzgün biri şekilde çekemememe rağmen adam yüzsüzce benden para istemekten hiç çekinmedi. Zaten daha evvelde söylemiştim, para istemek için fırsat kolluyorlar. Bulunca da asla kaçırmıyorlar ama öylesine de elleriniz uzatmıyorlar ne yalan. Biraz ileride bir bakkal buldum. Önce bakkal mı yoksa başka bir şey mi ya da ney olduğundan emin olamadım ama sonra anladım. Orası bakkal değilse bile bir şeyler satın alabileceğim bir yer. Burada sürekli yediğimiz sütlü bisküvilerden görünce atladım. Uzun zamanlar aç kalınca bize ilaç gibi geliyordu. Zaten bir muz bir de bu bisküviler olmasa şuana kadar verdiğimizden daha çok kilo kaybederdik orası kesin.

Neyse Vanessa’cım sonunda nasıl gideceğimizi ayarladı, şoföre ekstradan oldukça yüklü bir para vererek, paramızla rezil olacağımızı bilmeden yola koyulduk. Ortalama 2.5 saat sonra varmıştık ancak geçtiğimiz yolu ne siz sorun ne de biz anlatalım. Gene kaza yapma tehlikeleri geçirerek, yola bakmamaya çalışarak geçti saatler. Allahtan birbirimiz varız da, az bucuk muhabbet edince insanın hiç yoktan ilgisi dağılıyor. Bu arada dün başımıza gelen enstantane dahilinde yolculuğumuz daha da sakat bir hal aldı orası kesin. Yol da şuan kaldığımız otel’i bulmak için şoför arabayı sola çekti. Acele ile yine birilerine “şşşt, pişt, hişşştt” yaparak yer yön sordu. Enteresan bir iletişim kurma şekli gerçekten, her seferinde onu izliyorum. Acaba “hey, pardon, bakar mısınız?” gibi kelimeler bu kültürde mevcut değil mi diye de sormadan edemiyorum. Her neyse, adam soracağını sordu sol pencereden ve sonra ani bir hareketle sürücü koltuğunun yanındaki camı kapatıp yerine dönmek istedi ancak attığı kafa ile dikiz aynası bildiğiniz yerinden çıktı ve güm diye yere düştü. Bu duruma daha da panik olan şoför elinde kalan dikiz aynasınız yerine takmaya çalışırken, büyük işkence çekiyordu. Baktı ki takılacak gibi değil, bu sefer bir eliyle aynayı yerine sokar gibi tutup diğer eliyle de çekiç muamelesi görmeye başladı. Hayretler içinde adamı izliyorduk ve olan o an oldu. Dikiz aynası da takılacak yer de uçtu ayrı yerlere gitti. Artık arabamızın bir aynası yoktu ve ben gülmekten hıçkırıklara boğuldum, hatta nefessiz kaldım. Ben ki böyle şapşal şeylere çok gülmem ve bunu boşa geçen bir zaman olarak görürüm, size yemin ederim gözlerimden yaşlar geldi. Adamın paniği ve ne yapacağını bilmez hali ve bizim arkadaki sessiz kahkahalarımız… Kısaca arabamızın zaten sol aynası yok, burada arabalara sadece sağ aynayı kullanıyor. Eh bir de dikiz aynası gidince tam kör topal yolda gider olduk. Gülelim mi, hahah ağlayalım mı?

19 Ocak 2010 Salı

LOBSTER








Woowww.. Muhteşem bir yemek, enfes bir manzara… Söylenecek kelime yok. Keyfimize de diyecek yok açıkçası. Tam orada oturmuş denizin sesini dinlerken ve yükselen ay ile batmakta olan güneşi izlerken Vanessa gene bomba soruyu sordu “ Şuan başka ne olsun isterdin?” durdum ve cevap verdim “Hiçbir şey” her şey yeterince güzel. Kafamda var olan binlerce düşünceyi dalgalara gömdüm. Uykudan yeni uyanmıştım ve huzur içindeydim. Sanırım ben öldüm çünkü burası gerçekten bir cennet.

HINDISTAN’DA TAM BENLIK BİR HİKAYE, YİNE YAPTIM YAPACAĞIMI



Bir anda telefon çaldı. Sabah check - out ettiğimiz otel’den arıyorlar. “hello, we were wondering when are you going to check out the room?” hmm, eh biz odayı çoktan boşalttık. Sabah erkenden yola çıktık. Üzgünüz size baktık ama resepsiyonda kimsecikler yoktu. Bizim de yola çıkmamız gerekiyordu. Bir sorun mu var. “ We can not find the room keys” ooppsss… Hmm, biz de değil, Vanessa’da ben de üzerimizi ceplerimizi aradık ama yok yok. “I am sorry mam, we are in tight Schedule. We have to find the room keys. Can you please help” içimden düşündüm sonra da sesli tekrar ettim, yani ben anahtarları bulsam bile, sizden 180km uzaktayım. Ne yapabilirsiniz ki? Adam birini gönderirim, o anahtarlara ihtiyacımız var demez mi? Ah burayı bile karıştırmayı becerdim. Hiçbir şeyi kaybetmeyeceğim diye bu kadar kökten bağlanmış olmama kaç puan veriyorsunuz? Alleppey anahtarları ile Kovalam’ a geldiğimize hala inanamıyorum. Böylece koşarak anahtarları resepsiyona bıraktım ve kendimi suya attım. Kendi kendime güldüm ve otel görevlisinin haline üzülmekten başka elimden bir şey gelmediği için bunu düşünmemeye karar verdim.
Uzunca bir süre, kulağımda müzikle havuzun içindeki şezlonglarda uzandıktan sonra sıcak bir duş almak için odaya geldim. Bugün repo günü, dinlenme, enerji kazanma ve keyif yapma günü. Buraya gelirken ıstakozcu gördük. Ben de araba da , deniz mahsullü risotto hayalleri kuruyordum. Hayalimin farklı bir versiyonun karşımıza çıktığını ummak istiyorum. Çünkü bir gün daha pirinç ve sebze ile beslenmek istemiyorum. Ama sonuç bu olursa bundan keyif almayı da biliyorum. Sanırım bu yolculuk bana çok şey öğretti.

FINALLY KOVALAM




Bugün Alleppey’den Kovalama gelmek ortalama 3.5 saat sürdü. Yol boyunca, yola bakmamak için kendimi zor tuttum ama çok başaralı da olamadım. İki şeritli yolun bizim tarafımızdan akan kısmında en solda motorlar, hemen yanında rikşa’lar (motor kılıklı üstü kapalı, 3 tekerlekli arabalar) ve onun yanında da biz ama şeridin yarım üzerinden gidiyoruz. Aynı durum geliş yönünde de mevcuttu. Kamyonlar da cabası… Kimse kimseye çarpmıyor bu bir gerçek. Kaza oranı oldukça düşük ancak yol boyunca yüreğim hop oturup hop kalktı. Hayatımı kurtaran vakumlu kulaklıklarım olmasa ben bitmiştim. Bir nedeni olsun olmasın çalan kornalar bisüre sonra anlamını yitirdiği için kakafoniden öteye gitmiyor.
İlgimizi çeken başka şeyler de var elbet. Geçen gün otelde yemek yerken, camı saatlerce silmeye çalışıp üzerinden lekelerden bir türlü kurtulamayan zavallı görevliye takıldı gözümüz. Acaba burada cam sil yok mudur? Dedim Vanessa’ya. Herhalde henüz o kısma gelmediler. Sonra konuşurken aslında buranın bir çok iş alanı için oldukça uygun bir yer olduğuna karar verdik. Vanessa’nın dahiyane fikri beni gülmekten yerlere yatırdı. Kendiliğinden sürekli korna çalan bir sistemi arabalara yerleştirmek gerçek anlamda Hintlileri oldukça büyük bir dertten kurtarabilirdi. Ancak akşam vakti olunca zaten gürültülü olan şehrin nasıl bir hal alacağını hayal edemedik.

Sohbet ile geçen yolumuz bittiğinde anlamsız daracık bir takım yollara girdik. Hayır dedim içimden, otelimiz burada olamaz. Yok olamaz ben burada kalmam. Etrafımız köy evleri ile sarılmıştı, yol diye bir şeyin üzerinden geçmiyorduk, orası topraktan daracık bir alandı sadece. Yolsa insanlar yürüyünce arabaya geçecek bir yer kalmıyordu. Şaşkın gözlerle Vanessa’ya bakmaya devam ettim, artık sokağa bakamıyordum. Hayal perest idealist arkadaşım, hayal et dedi bana “Bir adanın ortasına, etrafı palmiye ağaçları ile çevrili bir otel” evet dedim önünde de kumsal var. Kuşlar uçuyor. Ve yol genişledi. Karşımıza Country Spa Wellness Beach Resort. Hayal ettiğimize yakın bir yer çıktığı kesindi. Evet 4 tarafı denizlerle çevrili değildi ama odamızın deniz manzarası vardı. Otel’de ayurvedik spa, jakuzi ve aynı zamanda 2 açık havuz da vardı. Üstelik içeride kimse de yoktu. Hah yeniden cennetteydik. Bunca yorgunluğun üzerine bunu hak etmiştik. Odamızda klimamız, kıyafetlerimiz laundry yapabilme ihtimalimiz her şey harikaydı.

Yine değişiklik olarak acıkmıştık. Ben bu sefer restorandan çok ümitliydim. Aman tanrım Mantarlı ve beşamel soslu spagetti’mi? Evet evet. İstiyorum, yiyelim lütfen açım. Ve bir de sebzeli spring roll. Hmmm her şey şimdi mükemmel oldu.

DAY,5 KOVALAM,KERALA



Dün gece erken yattığım için bu sabah uyanmak oldukça kolay oldu. Ancak saçma kahvaltımızı edip arabaya bindiğimizde Vanessa ile birbirimize, yine aynı loop’un içinde olduğumuz için bir bakış attık.
Günlerdir hiç durmadan gezmek ve arabayla yolculuk etmek evet çok güzeldi ama yorulmuştuk. Her gece başka bir yastığa baş koyarak, sabahları bambaşka bir odada farklı duvarlara bakarak uyanmak artık yormaya başlamıştı. Gördüğümüz her şeyin ve kendimize kattıklarımızın değeri paha biçilemezdi ancak bir yerde en azından 2 gece uyuma hasreti içinde yanıp tutuşuyorduk. 3 gün sonra Goa’da olacağız ve burada geçireceğimiz tam 13 günümüz var. İple çektiğimi söylemek istiyorum. Neredeyse 15 günden fazladır, vücuduma alkol damlası girmedi. Kimse duymamış olsun ama Goa’da gerçekten içeceğim. Ama tabi daha uzun süre hasretini çekeceğim farklı tatlar da mevcut. Salata yemeği gerçekten çok özledim.Şöyle taze kütür kütür yeşilliklerin içinde rengarenk diğer yeşillikler. Roka’nın tadını neredeyse unuttum. Ayrıca çeşit çeşit peynirleri de ancak rüyamda görür oldum. Üstelik gözümün önünde 500gr’lık kocaman biftekler dönüyor. Nerdeyse yolda yürüyen ineği fırında barbekü sosuyla pişmiş sanıp yemek isteyeceğim. Oysa burada insanlar bir inek’ten bile daha önemsiz.

18 Ocak 2010 Pazartesi

ALLEPPEY BEACH







Öğlen odamızda birazcık dinlendikten sonra kendimizi kumsala attık. Altımıza sermek için 20 rupi ye paşmina kılıklı bir şeyler alarak denize doğru yumuşak kumun üzerinde yürümeye başladık. Kendimi o an İsrael’de hissettim. Etrafımızda yürüyen Hintli kadınlar olmasa belki aynı his daha uzun süre kalırdı ancak pek öyle olmadı. Bu beach’te de gençler hiç oturmuyor. Kimi frizby oynuyor kimi uçurtma uçuruyor. Hatta bizi de pek boş bırakmadılar. Yanımıza gelip frizby oynamayı teklif edenler oldu ama biz popomuzu kaldırmadık 
Uzun saatler uzandık, geleni gideni çekiştirdik. Bugün uzanma ve dinlenme günüydü. Açıkçası araba yolcuğu insanı yoruyor. Dolayısıyla iyi geldiğini söyleyebilirim. Güneş Arap denizinin tam ortasına 15 dakika içinde batıverdi. Gene yüzlerce fotoğraf çekmekten kendimi alıkoyamadım. Tanıştığımız bir çocuk bize Pomodori adında bir yeri önerdi. Yolumuzun üstündeymiş, ancak hep lokal insanlar gidiyormuş, kısaca turistlerin buradan pek haberi yokmuş. Yolumuz düşerse uğrayacağız. Burada insanlarla sohbet etmek çok daha kolay. Zannedersem sahil şeridi olduğu için gelen giden turistlerden dolayı ve denizin ılıman etkisinde kaldıkları için onlarında içi kıpır kıpır, muhabbet etmekten çekinmiyorlar. Tek sıkıntımız şoförümüzle. Ne yazık ki bir türlü anlaşamıyoruz. Kelime kelime giden bir muhabbetimiz var. This way, that way, yes no ve stop, go şeklinde ilerliyor. Burada İngilizcemizin primitif bir kıvama gelme ihtimali çok yüksek. Olur ha karşımıza tursitler çıkarsam kilitlenip kalabiliriz bile. Komplike cümlelerden öte, oldukça basit birkaç İngilizce cümleyi bile kurduğumuzda yüzümüze aval aval bakanların sayısı oldukça yüksek ancak başa gelen çekilir. Her şeye rağmen korktuğumuz pislik ve felaketler bizi bulmadığı için kendimizi çok şanslı ve iyi hissediyoruz. Oysaki gelmeden önce günlerce duş alamayacağımız anların bizi beklediğini sanıyorduk. Bu düşük beklenti sayesinde bugün elimizde olan her şeye altın değerinde sahip çıkıyoruz. Yarın Kovalam’ e geçiyoruz…
Sevgiyle,

BACKWATERS, ALLEPPEY, III



BACKWATERS, ALLEPPEY II





BACKWATERS, ALLEPPEY







Kayık kılıklı bir şeyin içine bindik, üzeri kapalı yanları ise açık. Gölün ortasındaki muhteşem yolculuğumuz böylece başladı. 2 saat boyunca göl kenarında gezdik. Gölün tüm etrafı palmiye ağaçlarının arasına saklanmış köy evleri ile dolu. Bunca sakinlik, sessizlik ve huzur insana “ben burada yaşarım” dedirtiyor. Gölün dibi elbette gözükmüyor ancak içinde çamaşırını, bulaşığını ve kendini yıkayan görmek oldukça mümkün. Kadınlar bile kayıkla yolculuk ediyor. Göl kenarı boyunca gezerken durabileceğiniz bir çok bar kılıklı restoran ve hatta dondurmacı bile var. Burası o kadar şeker ki motor tıngır mıngır ilerledikçe saatin nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz bile. Uzun saatler geyik yaparak gölün tadını çıkartıp, yüzlerce fotoğraf çektik. Çok keyifliydi… İçim huzur doldu, hatta, yükseldim diyebilirim. Turumuz bittiğinde şehre dönmekte olduğumuz o kadar çabuk anlaşılıyordu ki korna sesleri, insanlar, yanan bir şeylerin kokusu ve baharat esanslarını da eklemeden geçmeyeyim.