27 Şubat 2010 Cumartesi

KOH LANTA 16.02.2010





Sonunda sakin bir adaya gelmeyi başardık. Yolculuğa yorulmayalım diye erken çıkmak pekte iyi bir fikir değilmiş. Koh Lanta bot iskelesine ulaştığımızda saat 14.00 olmuştu bile. Tekne de bize verilen broşür kalacağımız otelin hemen önünde deniz olduğunu gösteriyordu. Üstelik denize bakan havuzdan akan sularda sonsuza doğru ilerliyordu. Hani şu Yunan adalarının vazgeçilmez kartpostallarının Tayland versiyonu yani… İnsanın aklını çelen cazibelikteydi diyebilirim. Odalar da pek temizdi. Üstelik sadece 30 dolardı ve havalandırması da vardı. Ama tabi burası Tayland, bazen bir çok şey göründüğü kadar basit olmayabiliyor. Nitekim bizi götüren arkası açık kamyonetten bozma araba da tam 9 kişi aynı otele doğru gidiyorduk. Evet işte her şeyin kabusa döndüğü an, otel sahibinin bize hiç yer olmadığını söylediği andı. Teknede bizi yönlendiren çocuğa kızmak istedim. Şimdi ne yapacaktık? Kapı kapı dolaşıp boş otel mi arayacaktık, hem de 9 kişi? Evet çözüm gerçekten de buydu. Ve macera başladı. Belki de o saçma yol üzerinde 1km aşağı 1 km yukarı saatlerce gidip geldik. Karşımıza çıkan her oda bir diğerinden felaketti. Ya elektrik yoktu, ya odaların kumsal ile yakından uzaktan alakası yoktu. Güneş batmak üzereydi ki 2 kişiyi bir otele yerleştirmeyi başararak geriye 7 kişi kalmıştık. Ama yok yok, hiçbir otel de yer yoktu. Vay be ne maceraydı… Bir de her şeyin üzerine şoförün bizden para isteyeceği tuttu. “Benzinim yok, param yok, hava kararıyor. Ben ne yapacağım” diyerek kendini acındırması da cabasıydı. Yine acıkmıştık, yorulmuştuk ve günün ağırlığı üzerimize çökmüştü. Ve tabi ki muhteşem üç kağıtçı şoförümüz yoldan bulduğu ilk müşterileri bizim yanımıza alarak gitmemiz gereken yolun tersi yöne doğru bizi de sürüklemeyi başarmıştı. Önce onları şehre yani bizim bottan indiğimiz tarafa bırakıp elbette para kazanacaktı. Biz ise mağdur durumda olan ve yardıma ihtiyacı olan 7 kişi, şoföre dolu otel yüzünden para vermediğimiz için aynı zamanda her şeye boyun eğmek zorunda kalıyorduk. Nitekim yarım saat daha kaybetmiş olduk ve şimdi gerisin geri aynı yola dönüyorduk. Birkaç otel de daha başarısızlık yaşadıktan sonra oldukça düzgün bir yere geldik. Sonunda baya şık bit otelde bizimle birlikte sürünen 18 yaşlarında ki İngilizleri bıraktık. Ve artık değnekçi araba şoförümüz ile baş başa kalmıştık. Üzerinden komisyon almak için yol boyunca geçtiği tüm oteller için arabanın arkasında “stop, stop” diye bağırıyorduk. Ama yok o bizi bildiği yere götürüp üzerimizden para kazanmak istiyordu. Ancak başka çaremiz de yoktu. Adama resmen mecbur kalmıştık. Bizi 30 dolarlık düzgün bir otele götürmeliydi. Ama dünya umurunda değil gibi davranıyordu. Hava kararınca iş daha da zorlaşacaktı diye düşünürken ilk gittiği bungalow’larla dolu otele bize yer buldu ve sonunda derin bir nefes almayı başardık. Her zaman güvenmemek doğru değilmiş ama sabahki gibi güvenince de farklı sonuçlarla karşı karşıya kalıyoruz. Yani evdeki hesap çarşıya bir uyuyor bir uymuyor. Biz de henüz çözemedik…

24 Şubat 2010 Çarşamba

WAY TO KOH PHI PHI DON








Affedersiniz sabahın körü yaaaa Bu saatte insan sadece uyumalı veya çok şık b,ir yerden güneşin doğuşunu seyrediyor olmalı. Aksi takdirde bu saat başka hiçbir şey yapmak için uygun değil. Olmasın ya da… Şaka bir yana, erken kalkma fobi öğrenilmiş bilgilerimden dolayı hala aktif bir şekilde gezimde bana eşlik ediyor. Her ne kadar güzel bir amaç uğruna bu saatte yatağımdan ayrılıyor da olsam zorlanmadan edemiyorum. Elbette şehir yaşamında bu performansı spor’a gitmek için kalkarak gösteriyorum ama her şeye rağmen beklide burada zor geliyordur.Kahve de içtim ama bana mısın demedi. Ve 15 dakika sonra botların kalktığı istasyondayız. Phi Phi’ye giden bot 08.00’de hareket edecek, 1.5 saat süreceğini söylüyorlar ama biz pek inanmıyoruz. Nitekim ağzına kadar dolu olan botun adaya varması neredeyse 2 saati buluyor.
Geçtiğimiz gün boyunca otel’de yarım yamalak çeken internet ile otel bakmamıza ve hiç birinde yer bulamayışımıza kaç puan vermeli peki? Şimdi ise yoldayız ve hala kalacak bir otelimiz yok. Sahib olduğumuz tek şey biraz para ve bolca umut. Tekne yaklaştığında, yine ufak bir işkence ise çantalarımızı oraya buraya fırlatan gemi görevlisi adamın gazabından kurtarmayı başardık. Ancak asıl macera şimdi başlıyordu. İlk gittiğimiz otel denizden oldukça uzakta, sadece havalandırma ile 30 dolardı. Biz ise air-condistion olmadan bu adada nefes alamayacağımızdan emindik. O oda fiyatı ise 40 dolara yakında. Ve ne içinde bu para? Yokuş aşağı 15 dakika yürümek sonra biraz daha ilerleyerek kumsala ulaşmak ve sonra gerisin geri yokuşları tırmanarak kan ter içinde kaldıktan sonra yeniden aşağı inip yukarı çıkmanın üzücü sonunu düşünmek için mi? Hayır vazgeçtik. Aşağı inmek istedik ve başa otel bulacaktık. Adam bu fiyata bulamayacağımız konusunda ısrarcıydı ancak yol arkadaşım, can yoldaşım Vanessa ‘nın iç güdüleri ile yeniden kendimizi aşağıda bulduk. Bir süre 40 derece sıcağın altında yürüdükten sonra bir turist information’a ulaştık. Hemen bir Guest House bulundu bize. 30 dolar ve klimalı ve sıcak su da var. Oda sanırım şimdiye kadar kaldığımız en küçük oda olma unvanını tam puan ile aldı.
Hemen kumsala indik. Hmm deniz pekte temiz değildi. Hava çok sıcaktı ve hiçbir atraksiyon yoktu. Nedense ben daha çok sörfçülerin de olabileceği aynı zamanda belki “ kayt Surf” yapabileceğim veya ne bileyim “wake board” falan ile zaman geçirebileceğim sportif adalar bekliyordum Tayland’dan Bekliyorum bu an, beklide hiç ummadığım bir anda karşıma şıkacak.
Gölge bir alana oturmayı başardık. Ve tabi ki yanımıza günlük turlarını satma çabası içinde olan genç “Luna” yaklaştı. Kimisi burada ona “Lunatic” diye de sesleniyordu. Tabi ki gezdiğimiz adaları yeniden gezmek niyetinde değildik. Sadece arkadaş olduk. Yarım saat kadar sonra akşam üstü, Monkey Island’Da gün batışını seyredebileceğimizi söyledi. Yok dedik biz bir de buna para harcamak istemiyoruz. Ve oradan bir ses yükseldi “Don’t worry , it is for free” yaşlı bir adam sesinin eşlik ettiği bu insan da kimdi? Tabi ki tanışmak uzun sürmedi. Afrika.’da doğmuş olan Mike ortalama 17 ülke de yaşamayı başarmış. İki kızı Avustralya’da yaşıyor o ise sadece teknesiyle yelken yaparak dünyayı gezerken, torunlarını ve kızlarını bazen senelerce görmüyor. Bu ilginç insan ile birlikte, Phi Phi Leh’in hemen arkasında bulunan Monkey Island’a doğru, yola çıktık. Bu adada deniz seviyesi her 2 saatte bir gel – git’ler nedeniyle değişiyor. 2 saat önce boynunuza gelen su, 2 saat sonra bileğinize kadar inebiliyor. Bu durumda teknelerin yanaşması söz konusu olmadığı için, elbette Zodiac’a gitme görevi, zodiac gelemediği için bize düştü. Bu durumda metrelerce yürüdük ve sonra metrelerce zodiac ile ilerledik. Tekne çift direkli küçük bir yelkenliydi adı da “Aunt Gratel” idi. Mike bize 1erkadeh şarap ikram etti ve muhteşem güneşin, degrade turuncu gölgesinde günü uğurladık. Bize eşlik eden Afrika müzikleri ise bahsi edilmeden geçilebilecek gibi değildi. Mike ile tanıştığımız ve gün batımını bir yelkenlinin içinde bu şekilde deneyimlediğimiz için kendimizi şanslı bulduk.
Phi Phi diğer adalara göre daha çok turisti ağırlıyor. Üstelik günü birlik gelip giden o kadar çok insan var ki, gündüzleri ada da dışarı çıkmak bence pek akıl karı değil. Akşam olduğunda ise ada halkı ve adada geceleyenler ile baş başa kalıyorsunuz. Yediğim en güzel Pad-thai’lerden bir tanesini bu ada da buldum. Yemek sonra o garip uykusuzluk ve yorgun yine bizi esir aldı. Ama 2 küçük energieser olduğumuz için durmadık tabi ki. Canımız tatlı çekiyordu. Canımız Nepal’den beri tatlı çekiyordu. En büyük hayalimiz ise her ülkenin lokal yemeğini, içkisini ve tatlısını mutlaka tatmaktı. Hani neredeydi bu ülkelerin tatlıları.Gerçekten de yoktu. Nasıl oluyordu biliyorum ama tatlısız yaşıyorlardı. Bir rivayet metabolizmalarını yavaşlattığını söylüyor ancak algılamakta hala güçlük çekiyorum, orası kesin. Bakındık durduk, parsel parsel her restoranı gezdik ama yok yok. Bu durumda tabiî ki gözlerimiz meyva dükkanlarında kaydı. Ah bu t tropikal meyveler.

14.02.2010 VALENTINES DAY





Oldum olası bu özel günlere bir türlü yükselememişimdir. Kendi memleketimde ise diğer tüm Avrupa ülkelerinde bile insanlar nedense bu tip günlere gereğinden fazla anlam yükler. Ve her nedense bu günler adı üzerinden özel günler olduğu için özel olarak itinayla kutlanırken ele yüze göze bulaştırılır. İlle de eğlenmek veya iyi geçirilmek durumundadır. Hatta ertesi gün ve o günü kovalayan diğer birkaç gün boyunca tanıdıklar tarafından günün nasıl kutlandığı da merakla cevaplanması gereken soruları beraberinde getirir. Siz de kırmamak adına, az mecburiyetten az keyiften anlatırsınız neler yaptığınızı. Ben ise yılbaşı gecesini yalnız geçirmek veya Sevgililer gününü yokmuş gibi davranarak kutlamak gibi derin duygular taşırım içimde hep. Kendime mi evrene mi teşekkür etmeliyim bilemedim ama bugün İstanbul’da olmadığım için gerçekten şanslıyım. Tayland’da ise bugün “ 2010’a merhaba, 2009’a ise güle güle” deme zamanı. Özellikle İçin mahallelerinin özenle süslendiğini ve kapı, pencere dahil olmak üzere evlerine giriş çıkışın olabildiği her yeri açtıklarını öğrendim. Eski yılı bu şekilde uğurlamak ve yeni yıla tüm güzel duygular ile merhaba diyerek evlerine buyur etmek onların en önemli ritüeliymiş. Bu durumda China Town’a gidebilmek için bir çabaya girdik ancak Phuket Town’a gitmek için oldukça yüklü bir para ödemek zorunda kalacağımızı öğrenince, cimriliğimiz tuttu ve vazgeçtik. Bu durumda Pathong Beach ve çevresi bizimdi.
Hani bazen hayatta bazı şeylerden kaçmak istersiniz ama onlar sizi kovalamaya inatla devam eder ya. Sanırım bugün başıma gelen durumu özetleyen cümle tam da bu olmalı. Kumsal kısmına bir birer bira alıp indiğimiz anda, tam da yıldızların ihtişamlı görüntüsünden etkilenecek iken elinde kocaman bir torba ile tay’lı bir kadın yanımıza yaklaştı. Gök yüzüne yükselmekte olan yüzlerce yanan yuvarlak tüp şeklindeki şeyler işte o sırada ilgimizi çekti. Meğer sevgililer günü için sevgililer dilek tutup, benzin ile yaktıkları bu kağıtları gökyüzüne bırakıyorlarmış… İstemedikçe bizi zorlayan kadının hali inanılmazdı. Yahu sevgili değiliz, dilekte tutmak istemiyoruz, biz Chineese New year’ı kutluyoruz, Türk’üz ve aynı zamanda da tatildeyiz. Lütfen bizi rahat bırak! Ve tabi ki kadın gitti.
Azıcık acıktık ve tüm restoranların kapanmakta olduğu dikkatimizi çekti. İnanamadık ancak Saat 11.00 olmuştu. 01.00’e kadar açık olduğunu öğrendiğimiz bir restorana yerleştik, tam da menüyü incelerken, 60 yaşlarındaki sempatik bir adam yanımıza geldi. Enteresan birkaç espri yaparak bizi güldürdü . 5 Kişiydiler, 4 yelkenci erkek ve 1’ de Taylandlı bir kadın. Bize onlara katılmak isteyip istemediğimizi sordular. “Teşekkür ettik” ve çok sıkıcı ve yaşlı olduğumuzu fark ettik. Bu durumda kahkahalarına ortak olmak adına, sempatik ısrarlarına dayanamayıp masalarına oturmayı kabul ettik. Bu durumda ben zaten çok aç değildim ancak onlar zaten hepimiz için sanırım yemek sipariş ettiler. Önce masaya tabak tabak pilav geldi. Hemen ardından gelen, kızarmış ve ızgara edilmiş karideslerin gelişi ortalığı şenlendirdi. Biralar ısmarlandı, bardak havaya kalktı ve hayat içtik. Pozitif enerjiye ve mutluluğa. Bu 4 arkadaşın 3’ü İngiltere de yaşarlarken 1 tanesi ise hayalimin ülkesi İspanya’da ikamet ediyordu. Bu durumda yarım yamalak İspanyolcam ile bir şeyler konuşmaya çabaladım ancak daha çoook çalışmam lazım çoook. Hayat hikayem karşısında etkilenen adamın şahsına ait hayat hikayesinden de ben etkilendim. 2ci evliliğin her şeyden daha iyi olduğunu söyleyerek, hayatında yapmak istemediği hiçbir şeyi de yapmadığını itiraf eden yaşını almış adam için mutlu oldum. Demek insan bu yaşta da 30 yaşındaki kadar enerjik, sempatik ve eğlenceli olabiliyordu. Her şeyin ötesinde mutluydu. Aynı duyguları yakinen tanıdığım tüm babalar için diliyorum. Tabi kendim içinde ayrıca diliyorum ki, bu örnekleri görmek beni daha da çok yüreklendiriyor. Başlangıçların ne zaman masadan gittiğini hatırlamıyorum ancak masaya gelen şampanya ortalığı şenlendirdi. Tayland’lı kızla dalga geçerek özellikle şişeyi ona açtırtmalarını adeta bir stand-up şov değerinde izledim. Ve yazık ki ben de eğlendim. Ve Deniz Mahsullü Noodle Soop’lar masaya servis edildiğinde midem de hiç yer olmadığını fark ettim. Bu durumda elbette ben yemedim. Herkes keyifle alkollerini içiyor, enteresan tekne muhabbetleri dönüyordu. Hepsi de evliydi ve hepsi de mutluydu. Eşlerinden ve özellikle yaşamlarından. Şuan burada olmaları ise büyük özgürlüktü. O sırada aklıma garip bir soru takıldı. Yahu bu Tayland ne menem bir yerdi? Ya 20 yaşında gencecikti daha üniversiteye başlamamış çocuklar vardı etrafta ya da 60 yaşını geçmiş, keyiften dünyayı tekneyle gezen adamlar. Yaşlı adamların neden buraya geldiklerini anlamak için çok akıllı olmaya gerek yoktu elbet. Genç çocuklar için ise gezmek adına gayet ideal bir ülke olduğu kesindi. Peki bu durumda biz hangi kategoriye giriyorduk? İnceden geç kalmış, içinde ki gençlik ateşiyle yanıp tutuşan ama günün sonunda aslında sohbet arayan kesime mi? Görünen o ki durum biraz karmaşıktı. Phuket çok kalabalıktı ve ipini koparan buraya geliyordu. Bu durumda biz gitmeye karar vermiştik. Yarın sabah Koh Phi Phi’nin göbeğine gitmeye karar verdik. Sabah erkenden kalkıyor ve doğruca kendimizi adaya atıyorduk. Yemek sonrası herkes barlar sokağına gitti, biz ise birimiz 29 diğerimiz ise 32 yaşında olduğumuz gerçeği ile yüzleşmiş ve mutlu bir şekilde otele doğru devam ettik. Çok şükür Sevgililer günü kabusum bir kez daha 2010’da da sona ermişti.




Ve son durağımızdayız. Saat ne zaman 16.00 oldu hiç hatırlamıyorum. Denizin altında geçen keyifli anlar bana her şeyi unutturdu. Demir attığımız yerde,kaptanımız karpuz ve ananasları itina ile şekilli biçimlerde keserek bize ikram etti. Bu tropikal meyvelerin, insanın ağzını sulandıran tatlarına bayılıyorum. Sanırım en gelişmiş 5 hissimden ilki tat alma duyum olan dilim. Bayıla bayıla yedim. En son buradan uzaklaşmaya başladığımız ve Phuket’ e yaklaştığımız anda üzerimi giyerken kıyafetimin püskülleri bizim şapşal fransızın bacaklarına değimiş olacak ki bana s,nir bir ifadeyle “Nre yapıyorsun ?” dedi. Ah işte o anda artık sigortalarım attı. Ne kadar anladı ve ne anladı söylediklerimden bilmiyorum ama açtım ağzımı yumdum gözümü “You have been talking and fucking my brain since the morning. Now you shot the fuck up. Ok?” Ve sanırım gün boyunca metanetimi koruyamadığım noktaya an itibariyle ulaşmış oluyorum.
O kadar yorgun hissediyoruz ki, sanırım iyi bir deniz mahsüllerinin ardından sıkı bir uyku bizi ancak kendimize getirecek.

“KAI NAI” ISLAND





Şnorkel yapmak için başarılı bir koy daha. Wow o da ne? Hayatım boyunca Tel-aviv deniz analarından daha büyüğünü görmemiştim ancak burada gördüğüm deniz anası Tel-aviv’dekilerle yarışabilecek kıvamda. Turuncu renkte, üzerinde milyarlarca topu olan ve kalınlığı kafamdan da büyük olan bir yaratık. O sırada herkes denizdeydi ama herkes şnorkel yapmıyordu. Bu durumda insanları uyarma ihtiyacı hissettim. İstemeden iç güdülerim doğru bir alarm vermiş çünkü rehberimiz de aynı tepkiyi vererek, deniz anasını uzaklaştırmak üzere suya atladı. Demek bu aynı zamanda zehir de saçan bir yaratıktı. Deniz anası darcığımı burada da genişletmeyi başardığımı sanıyorum. Bu sıra da lanet balıklar ısırmaya başladılar. Sanırım sudan çıkma vaktim gelmişti. Deniz altında çekmeye çalıştığım birkaç fotoğraftan sonra yine o kadınla zor anlar geçireceğimi bile bile bota çıktım.

LUNCH IN

Vardığımız adaya enteresan bir şekilde sakinlik hakimdi. Büyük bir açık büfe, her türlü et, balık,tavuk ve sebze ayrıca dilediğiniz kadar noodle, rise ve salata vardı. Üstelik tatlı için de meyveler ve kahve midemize indirilmek üzere bizi bekliyordu. Gerçekten acıkmıştım. Ama her nasılsa, ya da beklide sıcaktan fazla bir şey yemek nasip olmadı. Bu adada geçireceğimiz zaman uzun olduğu için mutluydu. Kafa dinlemek için oldukça başarılı bir andı. Yemek sonrası yine başka bir adaya doğru yola çıktık.

PILEH LAGUN










Şnorkel yapmak için kendimi derin sulara bıraktım. Hayatım boyunca Marmara Denizi dışındaki sularda da yüzme tecrübem olmuş olmasına rağmen, benimle aynı seviyede yüzen bu kadar çok renkli balığı hiçbir arada görmemiştim. Akdeniz ve Ege’nin etkileyiciliği yanında Tayland’ında deniz altı oldukça renkliydi. Suyun altındaki rengarenk süngerlerin nefes alıp vererek, büyüyüp küçülmelerini dakikalarca seyrettim. Suyun altında bir tane tekne sesi bile yoktu. Derinlere gittikçe karşıma değişik, siyah fosforlu sarı ve parlak beyaz renkte çeşit çeşit balıklar çıkmaya başladı. Hele bir de güneş üzerlerine vurdu mu, ortaya çıkan görüntü paha biçilmez oluyordu. Katmer katmer kayalar, yerin altına yuva yapmış garip şekilli yosunlar bana daha evvel daldığım sularda almadığım bir hazzı verdi. Buruşma kıvamına gelmek üzereyken sudan çıkmaya karar verdim. Tekneye vardığımda kendini çok akıllı zanneden Fransız kadın yerimde ve üstelik havlumun tam da üzerinde ıslak bir biçimde oturmuş, deniz de balıkları huzur içinde seyretmeye çalışan kocasına uzaklaşmaması için bağırıyordu. Peki o neden su da değildi ve en önemlisi havlumun üzerinde işi neydi? Yüzme bilmediğini anlamak fazla zamanını almadı. Korku içindeki rahatsız edici çığlıklarından belli oluyordu. Yanına, yani kendi yerime gidip “Are you comfortable, do you need anything else?” dedim ancak beyin seviyesi oldukça düşük olacak ki ne demek istediğimi anlamamış bir biçimde bana bakmaya devam etti. İşte o sırada yükselmekte olan sinirimi derin bir nefes alarak dışarı atıp kadına “ Can you move a side? “(biraz yana çekilir misin?) dedim. Kocasına dönerek yine Fransızca bir şeyler saçmaladı ve bana çirkef bir şekilde “Whaaaat?” dedi. Ben de elimle gayet düzgün bir şekilde “hadi canım, salla totonu” diye işaret yaptım. Bakışlarımdan ne demek istediğimi anlamış olacak ki çekildi. Ama konuşmayı hiç bırakmadı. Söylendi durdu. Bu kadının “ Mute” tuşu falan yok muydu? Acaba kaldırıp, ya da saçından falan sürükleyip denize atsam çok mu ileri gitmiş olurdum. Vanessa olaylardan habersiz hala sudaydı ve gitme vaktimiz geldiğinde kadını gerçek anlamda öldürmek istediğimi ona da itiraf ettim. Peki ya sonra, tekneden inen kadar sürdü bu işkence ve ben hiçbir şey yapamıyordum. Ellerim kollarım resmen bağlıydı.

MONKEY ISLAND





Ada ismini akrobasi manyağı maymunlardan almış. Uzaktan çok cici görünüyorlar da ellememekte fayda olduğunu tur rehberi bile söyledi. Maymunları çağırmak için muz getirdik ama çağırmaya gerek yoktu zaten daldan dala atlayarak onlar kendi çaplarında takılıyorlardı. Muz delisi maymunlarla geçen 10 dakika bile, tekne de o ruh hastası Fransız kadınla geçen 1 dakikaya bedeldi. Ama dediğim gibi bu ada da çok kalabalıktı. Yüzlerce turistin aynı anda 10 metrekarelik bir koyda maymunların fotoğrafını çekmeye çalıştığını düşünürseniz durumumuz pekte iç açıcı değildi. O maymunlar o kadına saldırsın diye baya bekledim ama maalesef hiç bir şey olmadı. Üstelik toplamda tam 5 ada gezdik ama o çirkin çifti hiç birinde unutmayı da beceremedik. Sanırım gün boyunca adalardan çok o kadınla ilgilendiğimi itiraf etmeliyim.

MAY BAY TO LOH SAMAH




Tabi ki bu bot turu şahsen bana sadece adaları göstererek vizyon katmak dışında kişisel gelişimime de faydalı oldu. Nasıl derseniz, anlatayım elbet. Botun arka kısmına oturmuştuk, nedense burunda oturmak çarpan dalgalar nedeniyle bana daha yorucu olacak hissi vermişti. Ancak büyük hata etmişiz farkında değilmişiz. Pek tabi nedeni yanımıza oturan berbat Fransızlar’dı. Aman allahım yaa, ben böyle bir çene görmedim. Hadi konuştukları, tartıştıkları mantıklı ve enteresan şeyler olsa canımı yesinler, kendine güveni bir parça olmayan egosantrik kadının sevgilisi veya nişanlısı veya yazık ki kocasına çektirdiklerine seyirci kalmak aklımı başımdan aldı. İğrenç aksanıyla sürekli zavallı adamı çalıştırıp, kızdırıp üzerine bir de çığlık çığlığa bağırıyor olması… Bununla da yetinmeyip, adam sesini çıkartmıyor diye başka konulara sıçrayarak onları da günün konusuna eklemesi ve hiç durmadan devam etmesi üzerine “Seinheiser” kulaklıklarımla kadının azabından beynimi, aklımı ve ruh sağlığımı korumaya çalıştım. Ne kadar başarılı olduğum ve olabileceğim o sırada büyük bir tartışma konusuydu. Nitekim, kadın her nedense her gelen dalga sonrasında ki ıslanmasında üzerime 10 cm daha yaklaşıyordu. Tanıyanlar bilir benim için fiziksel mesafe gerçek anlamda önem taşır. Yahu kardeşim üzerime mi çıkacaksın? Sesli sesli ama Türkçe olacak biçimde kadına söylenmeye başladım. Ama yok tüm sükunetimi ve sakinliğimi henüz korumakta güçlük çekmiyordum. Bu durumda 2ci adaya ziyaretimizin kısa sürmesine sevindiğimi söylemeliyim.

KOH PHI PHI “MAYA BEACH”





Sabahın köründe gün henüz yeni aydınlanmışken uyandık.. Klasik Phuket’e geldiğimizden beri her sabah Seven Eleven’a giderek 2 tane ice Cofee (soğuk kahve) ve 2 adette Cheese tost (Kaşarlı tost) alıp kahvaltımızı ettik. Zaten bir süre sonra bizi almaya gelen minivan’de kendini gösterdi. Yine Phuket’in dışına doğru yol adlık ve bizi limanda bekleyen speed boat’a binmeden önce günlük 200 baht (8 dolar )vererek paletlere sahib olduk. Böylece denizi,n altından yapacağımız yolculuk çok daha keyifli olacaktı.
İlk durağımız Phi Phi Lah oldu. Hani herkesin “The Beach” filminin çekildiği yer diye bahsettiği efsane ada. Her şey iyi güzel de bunca hayalin ardından kendini küçücük ada aslında hiçte “The Beach” filmine benzemeyen karelerde bulan insanların hüznüne şaşırmadım. Sanırım buraya gelmeden önce herkesin film setlerin de nasıl inanılmaz şeyler yarattıklarını ve aslında onların hiç birinin gerçek olmadığını hatırlatmaları gerek. Biz bile kar yağmayan köye kar yağdırıyor, uçmak isteyen kanaryanın ayaklarını bağlayıp sonra da uçmamasını sağlayabiliyorsak, siz düşünün Holyywood neler yaparak nasıl özel efektler ve dahiyane fikirler kullanarak neler üretiyor. Aldığımız bot turu maksimum derece de reklam koktuğu için ve hemen hemen her tur aynı saatte aynı ada koylarını gezdirdiği için kumsala vardığımızda demir atmış teknelerden adayı görmek kolay olmadı. Her şeye rağmen kumsala sırtımı verip etrafıma baktığımda gördüğüm adanın üzerindeki sonsuz bitki örtüsü buranın fazla ayak basılmadan hala natürünü koruduğu duygusunu verdi bana. Hep resimlerden gördüğüm adanın tam da ortasında ayakta duruyordum. Kum incecik ve bembeyazdı. İnsanın gerçekten üzer,ne yatıp yuvarlanası geliyor. Ben ki kumu scrub etkisi yarattığı ve çok yılışık bir şey olduğu için pek sevmem ve mümkünse ayağım dışında bir yerimle de kendisiye samimiyet kurmam. Bu kumun üzerine uzandım ve gökyüzüyle aramda kalan adayı seyrettim. Keşke bir de sakinlik olsaydı işte o zaman her şey tamam olacaktı. Tabi ki bu adada bize ayrılan süre 30 dakika ile sınırlıydı. Pek tabi botumuza binerek adadan uzaklaştık.

SUNSET IN PHUKET







FANTASEA





















Muzikal seyretmek sanırım sadece annemi, beni ve ablamı (tabi ki Vanessa’nın heyecanını da unutmamalı) değil aynı zamanda yer yüzünde varlığını sürdüren bir çok insanı heyecanlandırır. Hele bir de bir çok kişi tarafından biliniyor ve aynı zamanda da hakkında çokça konuşuluyorsa…
Bu durumda Tay’ların yer alacağı ve fillerin de onlara eşlik edeceği devasa alanda gerçekleşecek olan müzikali izlemeye giderken içimiz neşeyle doluydu. Şehrin 40 dakika kadar dışında çıktık (Şehir’den kastım kumsalların olduğu popüler turistik alan) Bu durumda Fantasea’ya vardığımızda girişin büyük ihtişamı bizi gerçekten de güzel ve değecek bir şeyler izlemeye geldiğimiz izlenimini verdi. Ancak tıpkı her seyredilecek şov’da olduğu gibi, ön sıralardan ve özellikle sahneyi karşınıza alacak şekilde orta kısmından seyretmek büyük ayrıcalıktır. Yine de anlamadığımız bir şekilde sahnenin öne yakın ama sağ yan tarafına düşmüştük. Ve bundan bize hiç bahsedilmemişti. Belki de buranın kültürüne özel bir durumdu… Yok bu düşünce fazla naif olda belki de bize söylemeden bizden fiks bir ücret alıp, bizi inceden sabote etmişlerdi. Söylenmek yerine güzel bir şey izleyeceğimi hayal ederek şovun başlamasını büyük bir sabırla bekledim. Hmmm muhteşem bir sahne dekoru, sanat yönetmenliği, sahne performansı, kostümler ve insanlarla fillerin mükemmel uyumuna su götürmeden 10 puan verdim. Her fırsatta sahnenin hem sağ hem de sol giriş çıkışlarını kullanarak kendimizi sahneye çok uzak hissetmemizi engellemeleri de oldukça motive ediciydi. Ne zamanki bütün ışıklar söndü ve neon ışıklar altında sahneye süzülerek tavandan inen ve salıncak üzerinde beyaz kostümler giyen performansçılar akrobasiye başladı işte o zaman kendimi başka bir yerde hissettim. Gerçekten çok iyiydi. Kareografi için aynı şeyi söylemek yazık ki mümkün değil. İnanıyorum ki, şimdiye kadar gezip görmüş olduğum tüm kültürlerin dans hareketleri çok daha özenle seçilmişti. Burada ise aynı hareket 10 saniye sonra farklı bir lokasyonda kendini tekrar ediyordu. En kıytırık, lokal restoran da bile karşımızda neşeyle dans eden Hintilileri bu devasa şova tercih edebileceğimi geçirdim içimden. Bunca harcanan para,süslemeler ve özen neden kareografi ve müzikte bu kadar zayıf kalmıştı anlayamadım. Hayatta bir çok şeyin bütünlük içindeki harmonisi önemlidir. Yani mükemmel bir kıyafet giyerek makyajınızı berbat yaparsanız, kurunun yanında yaşta yanar. Yaşamın gerçeğidir bu dikkatli olunmalıdır. Her şeye rağmen keyif almadığımı söylersem yalan söylemiş olurum orası kesin.
Üstelik şovu izlemeye girmeden önce geçtiğimiz adventure store’lar ve her türlü çocuğun kendinden geçebileceği türde ki oyunlar ve oyuncaklar inanılmazdı. Hele bir de gördüğümüz beyaz dağ kaplanlarının ihtişamı beni o canım önünde saatlerce dikilmeye kadar itebilirdi. Ama beni bekleyen kobra yılanı ve fosforlu ultraviyole ışığın altında duran beyaz geyik’le de vakit geçirebilmek adına odaları bir bir geçtim. Renkler, düzen ve camların arkasında ki tüm yaratıklar muhteşemdi. Bu fırsatı yakalayabildiğim için kendimi şanslı hissediyorum. Salona girerken ise yavru kaplanları ısırıp, hatta çantama sokup alıp götürmek istedim. O kadar tatlı sür içiyorlardı ki, büyüdüklerin de beni düşürebilecekleri dehşetten haberim yoktu. Tabi ki böyle bir şey hayal olduğu için salona girip yerimizi almayı tercih ettik.
Diğer yandan içeride ki kalabalığın tarifi yapılmaz hissini de atlamamak gerekir. Yeryüzün de daha önce de bahsetmemiş olduğum her ülkeden gelen yüzlerce turist bizimle birlikte aynı anda bu şovu izliyordu sanırım. İçeri girerken kameraları yanımıza almamıza izin vermediler. Elbet girişte kameraları çantalara koyarak bir de numara ile bizi şova yönlendirmek zor olmamıştı. Ama ya aynı anda çıktığımız da ne olacaktı? Evet bekleyip gördük, geleneksel kıyafet giyen Taylandlılar pasaport sırası gibi bir sıranın sonunda vestiyer kılıklı bir gişenin önünde bizi bekliyorlardı. Bir süre ayakta kaldığımı ve beklediğimi itiraf ediyorum ancak diğer yandan da hiç de uzun bir süre beklemediğimi, böyle bir şovun kendi ülkemde gerçekleştirilmesi durumunda sonucun çok daha farklı ve hatta bir felaketle sonuçlanacağına inanıyorum. Tabi ki amacım, ülkemi kötülemekten ziya de, bunca zor bir görevin altından aslında bir şekilde başarıyla kalkan Tayland halkına yüksek puan vermek. Ama tabi bu durum yine de şovun handikaplarını ortadan kaldırmıyor.
Olan biten her şeye rağmen, burada olmak çok güzel. Hiçbir koşulda İngilizce anlamayan Taylandlılar dışında burada olmaktan keyif almak mümkün. Ha tabi bir de, aksi oldular mı işte o zaman hiç çekilmiyorlar. Zannedersem senelerdir turistlere hizmet etmekten ve kaprislerini çekmekten onca sıkılmışlar ki, hiçbir toleransları kalmadığı için bir çoğu sert bakışlar ile bir sonra soracağınız soruyu sormasanız daha iyi edersiniz hissini veriyorlar.
Şov’dan çıkıp, Patong Beach’e geldiğimiz de bacaklarımız da derman kalmamıştı. Her nasılsa her gün yatağa resmen yorgunluktan bayılacak şekilde yatıyorduk.Nitelim yarın sabah saat 06.00 da kalkıp Phi Phi adasına ve etrafındaki çeşitli diğer adalara speed boat’la şnorkel yapmaya gidiyorduk. Erken yatmakta oldukça fayda vardı.