25 Haziran 2010 Cuma

CENTER OF ASUTRALIA "Uluru - Kata Tjuta National Park"


















Sanki zamanlardan bir zaman, gök yarılmış da Avustralya kıtasının tam ortasına bu devasa boyuttaki taş düşmüş… Bu bölgenin asıl özelliği ise aslen Aborijinlere ait olması. Öğrenebildiğim kadarıyla turistlerin süredir buraya gelerek, onlar için kutsal olan bu taş parçasına tırmanıyor olmaları veya etrafta gezerek fotoğraf çekiyor olmaları yerel insanları oldukça rahatsız etmekte. Ancak elbet buna engel olmak neredeyse imkansız. Hemen hemen her gün dünyanın dört bir yanından gelen yüzlerce insan gerek Kuzey’den gerekse güney’den buraya ziyarete geliyor. Dağ gibi gözüken bu devasa taşın etrafı ortalama 10.5 km. Sadece düz bir alanda 3.5 saat yürüyerek, taşın zaman içerisinde oluşmuş kraterlerini ve değişik natürünü deneyimleyebilirsiniz. Zaman zaman karşımıza çıkan “No Photography” tabelaları sadece tebessüm etmeme neden oldu. Madem bu yerel insanlar bu ziyaretlerden haz etmiyor, madem taşın etrafındaki bazı bölgeler seramonik anlamda değerli ve kutsal o zaman neden bu ülke halkı bu insanlara yardımcı olmuyor gerçekten anlayabilmiş değilim.


Diğer yandan, Avustralya’nın tarihine baktığınızda da aslında Aborijinlere pek de faza hak tanınmadığının farkına varmamak neredeyse imkansız. Belki de bu yüzden bu ırkın dış görüntüsü hep aksi ve gergin. Yüzlerine baktığınızda basık ve geniş burunları, kısa alınları ve sanki nefeslerini tutmuşlarcasına şişkin duran yanakları az sonra volkan gibi patlayarak size bağıracaklar hissini yaratıyor. Bir diğer yandan ise, kendinizi onların yerine koyduğunuzda, birkaç adet beyaz insanın zamanında gelerek, aslında onlara ait olan toprakların bir kısmını hiç izin bile almadan kendilerininmişcesine kullanmaları kimin hoşuna giderdi ki? Birileri evinize gelip, kendi özerkliklerini ilan etse ve daha sonra da sizi bir kenara iterek hala bir yaşam alanınız olduğunu söylese ve bununla yetinmeniz gerektiğini söylese hoşunuza gider miydi?


Bu manada bugün yapmış olduğum yürüyüş, gördüklerim ve görüp de aslında çekmemem söylenen fotoğraflar ile şimdiye dek deneyimlediklerimden oldukça farklıydı. İnanmayacaksınız belki ama, taşın üzerinde bile siluet şeklinde bir Aborijin yüzü ve hemen yanında sırtını Aborijine vermiş beyaz insan profilini görmek mümkün. Aslında hiçbir zaman çözülemeyecek sorunlardan biri olan bu durum, dünyanın aslında ne kadar da zalim olabileceğinin canlı kanıtlarından bir tanesi. Bazı şeyler yazık ki veya iyi ki hiç değişmiyor. Senelerdir süren Filistin -İsrail toprak savaşı gibi… Eminim olan bitenden dersler çıkarmak adına varlığını sürdüren bu örnekler kendi içlerindeki huzura bir gün ermeyi başarabilirler. Düşünüyorum da, kilometreler boyunca uzanan bir yokluğun ortasına düşmüş bu taşı ziyaret etmek o kadarda kötü bir şey olmasa gerek… Ancak taştan öte, olup bitenden dolayı satırların arası öylesine mesajlarla dolu ki, Uluru’nun anlamı ve önemi artık bana pek bir şey ifade etmiyor.


Diğer detaylara gelince;

Giriş; adam başı 25$
Lokasyon; Güneyden Kuzeye doğru ilerlerken Alice Springs’e gelmeden 250km önce “Uluru” tabelalarını takip ederken ulaşmak mümkün.
İçeride kamp yapmak yasak ama alan o kadar büyük ki, dinlenme alanlarının birinde gün batarken uyuyakalsanız kim gelip sizi uyandırır veya ceza keser bilmem. Avustralya her nedense bu ulusal parklarda konaklayan zihniyete pek karşı. Nedenini de anlamış değilim. Sabah orada gününü geçiren bu insanlar yine tuvalet vesaire gibi fasiliteleri zaten kullanıyor. Gece karavan da uyusalar kaç yazar?


Uluru Tırmanma Koşulları;

Bırakın ki Aborijinler bu taş ziyaretinden pek haz etmiyor, her sene bu dağa tırmanmaya
Çalışan onlarca insan bu uğurda yaşamlarını da kaybediyor. Demeye çalıştığım o ki, taşın kaygan zemini ve aşırı dik oluşu bugüne değin 35 kişinin ölümüne neden olmuş. Dağ turistlere ilk açıldığında tırmanmanın mantıklı bir fikir olduğunu varsayarak, en alttan başlayarak sağın tepesine kadar tırmanmayı kolaylaştıracak tutanaklar koymuşlar… Bakmışlar ki insanlar hayatlarını kaybediyor ve bu aslında hiç de hoş bir repütasyon değil, her yere uyarılar koyarak insanları tırmanmamaları konusunda motive etmeyi denemişler. Ancak işin bana göre ilginç yanı, o tutunakları neden çıkarmamışlar? Yahu kardeşim madem insanlar ölüyor ve tırmanmak tehlikeli o zaman neden tırmanmaya meyil verecek şeyleri ortadan kaldırmıyorsunuz? Hakikaten bu Avustralyalıları bazen anlamak mümkün değil. Ben oradayken de yine onlarca insan 4 elle tırmanma çabaları içinde günlerini geçiriyordu. Dilerim yaşamını kaybeden olmamıştır.


Önemli detay;
arabanızda bambu veya ateş yakmak için odun varsa içeri kesinlikle almıyorlar. Dışarıda bırakarak girmenizi tavsiye ederim. Başımıza geldi oradan biliyorum.

COOBER PEDY “Heaven Of Opals”









Valla cehaletimi mazur görün, bilmeyenlere de yeni bir bilgi olsun; Opal denen bu taşın değerli olduğunu biliyor muydunuz? Peki bu detaydan haberiniz vardıysa, kendisinin toprağın altında yaşam sürdüğünü biliyor muydunuz? Dileyim ki bu bilgiden de haberdardınız, peki ya toprağın altından nasıl çıkartıldığını biliyor muydunuz?
Açıkçası benim bu detayların hiç birisinden haberim yoktu. Ne zaman ki “Coober Pedy” adlı küçük kasabaya ulaştık işte o zaman az daha algılarım açılmaya başladı. Bir kere bu kasaba da herkes neredeyse mağaralarda yaşıyor. Evlerin ön kısmı normal girişi olan bir evi andırırken, içeri doğru ilerledikçe aslında dağ eteğine kurularak kazılmış bir ev olduğunu anlıyorsunuz. Bunun asıl nedeni ise, yılın bu mevsiminden değil ancak yaz zamanı, burası aynı zamanda çölün ortasında yaşam sürülen bir kasaba olduğu için hava şartları oldukça zorlayıcı olabiliyor. Sıcaktan korunma arzusu içinde burada ikamet eden insanlar, çözümü evlerini gölgede tutmak da bulmuşlar.


Bunun dışında herhangi bir Avustralyalının bu kasabaya gelerek kendine iş imkanız yaratması da olukça mümkün ve hatta olası. Bu durumda yapılması gereken tek şey ise; yer altı kazımı için alınacak olan ehliyet. Bunu da posta ofisine giderek 25$ karşılığında 5 dakkada Beşiktaş hesabı hemen halledebiliyorlar. Daha sonra yer üstüne dönerek, derin delikler açmak suretiyle 10 metre kadar yer altına indikten sonra, kendinizin için seçmiş olduğunuz bu alanın opal zenginliği açısından durumunu test ediyorsunuz. Ve şayet bu sizin şanslı gününüz ise bu sefer boyuna kazdığınız çukurun içinde enine ilerlemeye başlıyor ve değerli taşları buluyorsunuz. Bu durumda günde 10.000 dolar da kazanabilirsiniz veya senelerce uğraşıp sadece kendinizi ve ailenizi geçindirecek kadar paraya sahip olup bu kasaba da yaşlanadabilirsiniz. Çoğu Avustralyalının bu mana da kaybedecek fazla bir şeyi olduğunu da sanmıyorum. Ancak diğer yandan kasaba genelinde oldukça fazla Avrupalıya da rastladığımı söylemeliyim. Elbette Yunanistan tarafından göç edenler, taşın işlenmesi kısmına da ilgi duyarak altın ve gümüş sektörüne de el atmış ve takı dizaynları da yapıyor. Diğer yandan ise hali hazır da iş yapan bir iki Pizza restoranı ve Cafe de de çalışan Avrupalılarla sohbet ettiğimi söyleyebilirim.


İşin ilginç yanı ise, bu kazıların arasında yaşamını kaybeden insan sayısı. Yerin altına doğru çılan çukurların eni, normal boyutlarda yaşam süren bir insanı içine alabilecek genişlikte. Bu durumda bu küçük dağ kümelerinin yanında gezintiye çıkmış birkaç insanın da konuşarak yürüdüklerini göz önüne alırsanız kendilerini çukurun içinde bulmaları işten değil. Şaka bir yana, şayet bu çukurlardan birinin içine düşerseniz ve şayet yalnızsanız birinin gelip sizi kurtarma şansı neredeyse sıfıra yakın. Bu nedenle yürürken dikkatli olmakta fayda olabilir gibi geldi bana…

ALIGATOR GORGE











Uzun süre ortadan ikiye ayrılmış kara parçasının üzerine konmuş, sadece gidiş-geliş olarak kullanılan asfalt yolda, yani boşluğun tam da ortasında yolculuk ettikten sonra ulaştığımız bu “Gorge” içimde garip bir his yarattı. Çöl duygusu, olmayan her şeyden sonra ağaçlarla kaplı bu alana ulaştığımız da kendimi bir çeşit medeniyete veya popülasyonun olduğu bir alana doğru ilerliyormuş gibi hissetim. Adının neden Aligator Gorge olduğuna dair en ufak bir fikrim dahi yok. Ancak arabayla ilerlediğimiz yol boyunca yokuş aşağı indiğimizi söyleyebilirim. Sanki dünyanın tam ortasına bir delik açılmış da biz de oradan aşağıya doğru yolculuk ediyormuşuz gibi hissettiğimi söyleyebilirim.


Elbette Gorge’a vardığımız da hava kararmıştı. Gözün gözü görmediği bu alanda tuvaletlerin dahi olduğu yönü seçmekte güçlük çekiyordum. Belli ki bir ormanın ortasındaydık, ancak etrafımız da ne olup bittiğinden pek de emin değildim. Zannedersem hayatımda şuan bulunduğum Gorge dışında da herhangi bir gorge’da bulunmamıştım. Dolayısıyla neye benzediğine dair en ufak bir fikrim dahi yoktu.
Bu durumda gün doğarken güne başlamak gayet güzel bir fikirdi. En kısa yol “600m with return” şeklindeydi. Bu durumda, baş koyduğumuz yol da ilerlemeye başladık. İlginç bir şekilde hala aşağıya inmeye devam ediyorduk. Bu bitmek bilmeyen merdivenleri dönüş yolunda nasıl çıkacağımı düşünmenin hiç sırası değildi biliyorum ama endişe etmeden de edemedim ne yalan. Bu manada 600metre kadar aşağıya doğru indikten sonra, sonunda kızıl kraterlerden oluşmuş bu devasa kayalara ulaşmayı başardık.


Okuduğum ve inanmadığım manasız yazıya göre, yüzyıllar evvel aslında burası sular altında bir kumsalmış. Suların yarattığı gelgitler sayesinde sürtünmeden birbirine yapışan bu kayalar sözde zamanla bu gorge’u oluşturmuş. Kimine göre, küçük kum tanelerinin zaman içinde evrim geçirip bu şekle dönüşmesi, kulağa mümkün ve rasyonel geliyor olabilir ancak açıkçası bana hiç de manalı gelmedi.
Diğer yandan, kayaların üzerinde yürüyebiliyor olmak, katmanların çeşitli değişik yansımalarından büyük keyif aldığımı itiraf etmeliyim. Yağmur mevsiminde burada yürümenin mümkün olacağını sanmamakla birlikte, kayalar boyu akıp giden gürül su birikintilerinin de ortama farklı bir hava katacağına neredeyse eminim.

BEING A SEVENTEEN IN AUSTRALIA



Yollar akmaya devam ettikçe karşımıza çıkan tüm gezginleri izlemeye başladım. Her ülkenin kendine has yaşam tarzı elbette Avustralya gençliğini de belli bir sistemin içinde besliyordu. Ülke ne kadar batılı, ne kadar zengin ve gelişmiş olursa, içerisinde yaşayan insanlar da bir o kadar farklı oluyorlardı anlaşılan.
Bizim bildiğimiz veya zamanında bize öğretilen, hayatı neredeyse 18 yaşına geldiğiniz de bir anlam kazandığı değil miydi? Bu durumda, doğduğumuz andan o yana geçen 17 sene neredeyse büyümeye çalışmak veya toplum tarafından erişkin ve sayılan bir insan haline gelmek için geçirdiğimiz zaman sona ermiş oluyordu. Şimdi görüyorum ki aslında hiçbir şeyin bir kalıbı olmak zorunda değil. Tüm Avustralya’da, 17 yaşında olan gençler, ehliyetleri ve karavanlarıyla ellerini kollarını sallayarak kendi topraklarını tanıma fırsatını elde ederken, bizim ülke gençlerimiz anca kendi başlarına alışveriş yapmayı ya öğreniyor ya öğrenmiyor. Kimi erkekler askere gitmeye hazırlanırken, kimi kızlar kendilerini hala hayata hazırlamaya çalışıyor. Oysa atladığımız büyük bir nokta var ki; hayat zaten devam ediyor ve hatta doğduğumuz andan itibaren biz o hayatın bir parçasıyız. Ayrıca bize öğretildiği ve sürekli tekrarlanıp durduğu gibi, ne yaşlanınca kaybedecek zamanımız var ne de yaşamaya gerçekten başlamanın herhangi doğru bir zamanlaması. Varlığımızı fiziksel yaşamımızla sürdürdüğümüz bu evrende her an her saniye kendi realitemizi zaten yaşıyoruz.

Tanıştığımı 2 genç, neredeyse aylardır yoldaydı. Bir karavan satın alıp, mezun oldukları liseden ayrıldıktan sonra yapılacak en şahane şey sizce de gezmek değil mi? Üstelik Avustralya’da “yeni başlayanlar” yani “New Start” diye bir statüde olduğunuzu bildirdiğiniz sürece, devlet size ayda en az 2000 dolar para yardımında bulunmakla kalmıyor. Bir de iş arıyorum ondan arabamla geziyordum, benzin paramı da karşılar mısınız? Dediğiniz takdirde de sizi hayal kırıklığına uğratmıyorlar.Böylece 17 yaşında, sadece ülkenizin işleyiş sistemini anlamakla kalmıyor, aynı zamanda ailenize de bağlı olmak zorunda olmadığınızı ve kendinize bakabileceğinizi fark etmiş oluyorsunuz. Üstelik bana göre artılar bununla da sınırlı değil, yollar boyu araba kullanıyorsunuz, üzerine gördüğünüz doğa harikaları ve yaşadığınız deneyimler de bonus olarak kalıyor. Bir tek şehir de ömrünüzü tüketmek zorunda olmadığınızı fark edip, hayal gücünüzün sınırlarını zorlayıp başka ülkelerin kültürlerini görmek için de kendinizi motive edebiliyorsunuz. Böylece daha hızlı büyüyor, daha çabuk öğreniyor ve belki de hayatınıza çok daha kolay şekil veriyorsunuz. Çünkü gördüğünüz opsiyonlar dahilinde ne istediğinizi daha net biliyorsunuz.

Üstelik şehir yaşamının sıkışmış, stresli konservatif düşünce sisteminden de uzakta kalabilmek, doğayla baş başa farklı farkındalıklarını da yüzeye çıkartabilmek için mükemmel bir fırsat yakalamış oluyorlar. Böylece, doğaya saygı duymak, hayvanları incitmemek ve beklide yolda karşılaştıkları yabancılara güvenmek veya güvenmemek gibi ekstra başka yetenekler de geliştirmiş oluyorlar.

Hikayenin ilginç kısmına gelecek olursak; Mickey ve Ash aylardır Avustralya’nın batı kesimini geziyorlar. Süre sonra Melbourne’e dönmeye karar veren çift, gece karanlığında yol kenarında genç bir çocuğu otostop çekerken görüyorlar. İşin ilginci, otostop deyince hepimizin aklına korkutucu saçma hikayeler geliyor. Ancak olaylar hiç de sizin tahmin ettiğiniz gibi gelişmiyor. 10 km yol aldıktan sonra, yol kenarındaki otostopçu çocuğu almadıkları için kendilerini kötü hisseden çift geri dönüyor. Ve bu sefer çocuğu yolun öbür tarafında yürürken görüyorlar. Bu durumda durup ne taraf gittiğini soruyorlar, çünkü çocuğun sürekli karşıdan karşıya geçip yön değiştirmesi gariplerine gidiyor. Ancak çocuğun hikayesi de ayrı bir enteresan olduğu için, gecen kör karanlığında sadece geçen bir tek arabanın durup onu almasını arzulaması elbet karşıdan karşıya geçip durmasını mantıklı hale getiriyor. Bu durumda çocuğun hikayesine gelecek olursak; günlerdir dayısıyla arabayla gezen genç o gece ufak çapta bir tartışma yaşıyor. Bunun üzerine, masadan kalkıp giden dayısı, çocuğun eşyaları da dahil olmak üzere her şeyi alarak olay mahallinden uzaklaşıyor. Bu nasıl bir mantık diyecek olursanız? İnanın ben de bilmiyorum. Ne kavganın boyutunu ne de içeriğini biliyorum. Bildiğim tek şey, 23 yaşında bu gencin parasız ve kıyafetsiz sokakta bir başına kalmış olduğu. Allahtan Avustralya ülke olarak bu manada fazla korkutucu değil de zavallı otostopçu çocuk Ashley ve Mickey’nin karavanında son bulabiliyor.

17 yaşında ki Avustralyalı Ash ve Yeni zellandalı sevgilisi Mickey’ye bana ilham kaynağı oldukları için teşekkür ederim.

ADELAIDE





Melbourne’dan yola çıkarak oldukça soğuk bir hava akımının etkisi altına girdiğimi itiraf ediyorum. Serinleyen hava Avustralya’nın efsane botları “UGG”lardan almama neden bile oldu. İşin ilginç yanı ise, ayaklarım sıcak ama diğer her yerim donmuş bir vaziyette yola devam etmek oldu.


Uzunca bir süre medeniyetten uzak kaldıktan sonra Adelaide adlı şehrin insana hiçbir şey vermediğini fark etmem uzun sürmedi. Kasabamsı şehre vardığımız da da bir iki fotoğraf çekmek dışında fazla bir aktivitede bulunmadım.


Elbette Avustralya’ya geldiğim günden beri şu “Hungry Jack” ne menem bir şeydir diye kendi kendime, “bu hamburgeri yemeden buraya gitmeyeceğim” deyip duruyordum. Eh kısmet bu güneymiş. Nacizane Hungry Jack, Avustralya.2nın bir numaralı hamburgercisi oluyor. Elbette Mc Donalds, KFC ve benzeri bilumum fast food türevlerine de burada rastlamak mümkün ancak, Hungry Jack deyince akan sular duruyor. Şayet sorarsanız “Burger King” kadar iyimiydi? Yok vallahi değildi. Ama doydum mu doydum. Bir de sos travması yaşadım. Her nedense ne zaman hamburger yiyecek olsam şu barbekü sos olmadan o patatesler boğazımdan geçmiyor. Demek istediğim odur ki, Adelaide’da değişik bir şey yoktu. Sadece onca yol gittikten sonra bir nevi medeniyet hissi almak adına geçilmesi gereken bir şehir olması dışında elbet.

SOUTHERN PINK LAKES













Kuzeye giderken Nhill şehrinin etrafındaki "Pink Lake" ve Uluru'ya doğru ilerlerken "Lake hart"

Toprağın kırmızı kiremit rengini, yüzeyinde ki tuz parçaları ile aydınlatan devasa göller...

Boylu boyunca uzanmış ana karanın üzerine, gökyüzünü bir ayna gibi yansıtıyor...
Burada yakalanabilecek tek şey ise bana göre sonsuzluk...

BACK TO AUSTRALIA OUTBACKS










Gökyüzü hiç bu kadar açık ve hiç bu kadar temiz kristal gibi gözükmemişti gözüme…

Her doğan ve batan güneşin yarattığı ayrı bir mizansen var. Ve bir gün diğer bir güne asla benzemiyor.Bulutlar sanki elinizi uzatsanız dokunabilecekmişsiniz kadar yakın.

Bir yanda kırmızı papağanlar sürü halinde uçuyor, diğer yanda Türkçe adını henüz çıkartamadığım bu yaratıklar yürüyor. Vahşi doğa dört yanımı sarmış durumda

Ve çöl de deve olur değil mi? Avustralya çölünde görebileceğimi düşünemeceğim vahşi atlar ve develer...

Peki ya yol trenleri?

İngilizce tabiriyle "Road Train" denen bu kamyon kılıklı devasa araçlardan bir tanesi sollamış olduğuma ben dahi inanamıyorum. Açıkçası normal bir arabayı geçmek 10 saniye sürüyorsa zannedersem bir yol trenini geçmek neredeyse 1 dakika kadar sürdü. Şaka bir yana, gerçek anlamda uzunlar ve çılgın gibi de hızlı gidiyorlar.