10 Haziran 2010 Perşembe

SYDNEY, The City










Sanırım Londra ve Newyork’tan sonra görmeyi en çok arzuladığım kentlerden biri de Sydney’di. Ancak ne yalan çok da fazla bir şey bulabildiğimi söyleyemeyeceğim. Sydney’de çok uzun bir zamanda geçirmediğim ayrı bir tartışma konusudur ancak, koca koca gökdelenler, boylu boyunca yükselen billboard’lar, yüzyılımızın bilinen tüm trendleri ve markaları elbette yine bu şehirdeydi. Kısaca hayat bundan 50 sene öncesi ile karşılaştırıldığında sanırım pek de farklı değildi.

Sabahın köründe dahi oraya buraya koşturan insanları ellerinde kahveleri ile birlikte görmek elbette bir şehirli için gayet doğal olsa gerek. Yalnız itiraf etmeliyim ki, dağların, kumsalların, ormanların içinde geçirdiğim onca zaman beni medeniyetten alıp, doğanın tam da göbeğine bırakmışken burada ne aradığımı sormadan edemedim. Elbette ne aradığım açıktı; Opera House. Gün yeni doğmuşken, donmaktan kendimi alaraktan, hatta koşar adım yürüyerekten henüz açılmamış olan Opera House’a ulaşmayı başardım. Bir iki fotoğraf çekip, seneler senesi Sydney’in sembolü olan bu devasa yapının hemen yanında durduğuma inanmakta güçlük çekerken, aslında taa buraya kadar gelmeyi başararak ne muhteşem bir şeye imza attığımı bir kez daha fark ettim. Ailemden, sevdiklerimden, bildiklerimden binlerce kilometre uzakta Opera House’taydım. Ve elbette hemen yanı başımda Harbour Bridge duruyordu… Devasa binaların ortasında şehre yeniden doyduğumu fark edip, Hyde Park’ta az buçuk yürüyerek bol egzoz yuttuktan sonra güne ve Sydney’e çok kolay bir şekilde veda ederek Melbourne doğru yola devam etmek icabetti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder