29 Nisan 2010 Perşembe

NOOSA HEAD NATIONAL PARK





11.00’de ayrıldığımız kampımızdan bu ulusal parka gitmek hiç de uzun sürmedi. Trafik ışığına maruz kalmamak için geliştirilen “trafik adacıklarına” sanırım sonunda alışmayı başarmıştık. Elbette gene her yer sörfçüler ile doluydu ve park edecek yer bulmak biraz zaman aldı. Kumsalın hemen yanında bulunan bu ulusal park’ta değişik yürüme parkurları bulunuyordu. Vanessa elbette yürümekten haz etmediği için, en kumsala yakın ve en kısa olanı tercih etti. Oysa içeride ki ormanda Koala görme ihtimalimiz dahi vardı. Avustralya’ya geldiğimizden beri, kendimi aşırı miskin ve hareketsiz hissediyordum. Bu durumda oksijen dolu parkta yürümenin bize çok iyi geleceğine emindim.

Etrafta ki onlarca çeşit, ağaç ve bitki örtüsü gerçekten göz boyuyordu. Bir yandan kumsala vuran devasa dalgaların sesi, diğer yandan cıvıldayan kuşlar ve biz doğanın içinde yürüyorduk. Aslında tam da bir çifte yakışacak olan bu tatilin oldukça romantik anları olduğunu söylemeliyim. Elbette diğer yandan, Türkiye’de karavan hayatına uyum gösterecek bir erkek arkadaş bulmak biraz zor olabilir, veya hatta imkansıza yakın diyelim. Bu durumda bu güzel anları en azından benimle paylaşabilecek birkaç arkadaşımın dahi olması beni gerçek anlamda mutlu ediyor diyebilirim.
Elbette 2km ile başlayan yolculuğumuzu ite kaka 5km ile sonlandırmayı başardık. Her ne kadar ilk başlarda azıcık söyleniyor olsa da Vanessa’nın da bundan keyif aldığına neredeyse eminim. Vücudumuzdaki kan dolaşımının hızlanması, içimize çektiğimiz oksijen solu sağlıklı hava ve hareket etmenin verdiği gençlik ile dolup taşmıştık. Onu motive etmek için söylemediğim şey de kalmamıştı bir diğer yandan. Sanırım Tayland’da geçirdiğimiz yokuş iniş ve çıkışlı geçen “hiking” Vanessa’yı orman içinde yürümek fikrinden oldukça soğutmuştu. Ama ne mutluydu ki, Avustralya’yı yürüyerek keşfetmek de diğer yandan müthiş bir şeydi. Yanımızdan geçen çiftler, ya hızlı tempo yürüyorlar ya da koşuyorlardı. Gerçekten hayatımda bu kadar sportif bir millet daha görmediğimi itiraf ediyorum.

2 saatlik yürüşümüzün ardından aşırı acıktığımızı fark edip, parkın girişindeki tahta sandalyeler de öğlen yemeğimizi yedik. Artık okyanusa girmeğe hazır olduğumuzu sandığım sırada, havanın tahminimizden daha fazla serinlediğini fark ettik. Bu durumda kayaların üzerinde geçirdiğimiz huzur dolu 15 dakikanın ardından yeniden yola koyulmaya karar verdik.

Yakınlar da bir yerler de “Rest Area” yani geceyi para ödemeden geçirebileceğimiz bir kamp alanı bulmayı hedefliyorduk. Nitekim harita da var gözüküyordu ancak ne de olsa hiçbir şey gözüktüğü gibi değildi… Neyse ki geldiğimiz şehir de sorduğumuz biri bize yolu tarif ettiğinde elimizle koymuş gibi bulmayı başardık. Ancak park edip, nerede olduğumuzu anlayana kadar hava çoktan kararmıştı bile. Bu durum da ve karanlıkta yemek pişirmek kadar anlamsız bir şey daha yoktu. Ancak zaten şarabımız vardı ve birkaç çeşitte peynir eşliğinde gecemizi renklendirmeye karar verdik. Tam geldiğimiz sırada tanıştığımız “Rudy” ayak üstü sohbetimize istinaden bize “Australia Camps 3” adlı kitabını vererek, buradan neredeyse tüm Avustralya’da para vermeden kalabileceğimizi söylemişti. Nitekim kitabı gecenin karanlığında küçük el defterime indirmeyi başardığımı sanıyorum.
Ne yalan keyfimizi yaptıktan sonra, dışarı çıkıp biraz sosyalleşmek arzusu içinde yanıp tutuşuyorduk. Etraf neredeyse kapkaranlıktı. Sadece 2 kamp ateşi yanıyordu ve pek uzakta oldukları içinde insanları seçmek pek mümkün değildi. Gözlerimiz kara, en yakın ateşin yanına ulaştığımız da 65 yaşlarında bir Avsutralyalı olan Steve ve 20 senedir Avustralya’da yaşayan Yeni Zellandalı çocukla tanışma şerefine eriştik. Bize “Blue Mountains” ı mutlaka ziyaret etmemiz gerektiğini söylemişler ve nasıl burada yaşadıkları hakkındaki enteresan hikayelerini anlatmışlardı. Alenen, ormanın ortasında bulunan bu alanda senelerdir yaşamlarını sürdürüyorlar. İhtiyaçları olduğu zaman çalışıyorlar yoksa geziyorlar veya burada takılıyorlardı. Hala alışmakta güçlük çektiğim bu kavramın zannedersem Avustralya’da yapılabilir oluşu ve mükemmel işleyiş şekli bana artık olağan geliyordu. Kamp yaşamını benimsemiş ve seyyar olarak her yeri gezebilen bu insanları elbette kıskanmıyorum ancak takdirle karşıladığım bir kesin..

Bugün geceye erken veda ettik. Uykuya daldığımız da saat zannedersem en geç 22.00 olmuştu. Sabah uyandığımız da ise gün henüz yeni ağırmış, etraf serinceydi. Güneşin karavanımıza gelmesi saatler aldı bu nedenle uzun süre sweatshirt’lerimizi üzerimizden çıkartamadık. Bir gün yağmur br diğer gün 35 derece hava ve güneş, bir diğer gün, serin ve puslu hava durumu bize de ne yapacağımızı şaşırtmıştı doğrusu..

27 Nisan 2010 Salı

NOOSA HEADS 25.04.2010




Erken ulaşacağımızı sanmakla çok yanıldığımızı şimdi daha iyi anlıyorum. Noosa’ya ulaştığımız da saat sadece 13.00 idi. Ama markete girelim, bir şişe şarap alalım, acaba nerde kalalım derken saatler su gibi akıp geçti. Buranın nam-ı değer popülaritesinden haberimiz vardı elbet ancak bu kadar da çok kalabalık olabileceğini tahmin edememiştik. İlk istikametimiz olan deniz kenarında ki kamp alanında yer dahi yoktu. Milyon tane geçtiğimiz “trafik adacıklarından” sonra sağa mı sola mı döneceğimizin kararını vermekte güçlük çekip, bir iki tur daha tercih ettiğimiz anların sonunda geldiğimiz kampta yer dahi olmayışı bizi hayal kırıklığına uğratmıştı. Çünkü şimdi şehrin ta öbür ucunda kalan kamp alanına gitmek durumunda kalmıştık. Ve bu yüzlerce trafik adacağı daha geçmek demekti.

Haritamız elimizde, yuvarlaktan sağa dönmenin düz karşıya ve sağa mı, yoksa tam sağa mı demek olduğunu algılamaya çalışırken neredeyse 2 saatimizi yolda harcamış bulunduk.Yağmur yağıyor, rüzgar esiyor, çılgın hava şartları bizi zor durumda bırakıyordu. Üstelik sokakta yol soracak bir Allahın kulu dahi yoktu. Bu durumda tüm seçenekleri deneyerek doğru noktaya ulaşmaya karar verdik. Sonunda amacımıza ulaştığımızda ise üzerimizden neredeyse traktör geçmiş kadar yorgun hissediyorduk. Ama elbette toparlanmak zaman almadı.

Kamp alanlarında çamaşırınızı yıkayabilmeniz için makineler bulunuyor. Şayet cebinizde 1$’lardan oluşmak üzere en az 4$ var ise hiçbir sorun yaşamadan eşyalarınızı temizleyebilirsiniz. Ancak elbette benim cebimde bir adet bile 1$ olmadığı için, ufak bir gezintiye çıkarak, Avustralyalı bir çift ile tanışma şerefine nail oldum. Birbirlerinden oldukça farklı olan bu 2 insana hayran kaldığımı itiraf ediyorum. Sarışın ve boylu poslu olan bu incecik kadın vakti zamanında bir hippiymiş. İstanbul’a “Constantinapolis” dendiğini dahi biliyor olması, bir çok kez Türkiye’ye gelmiş olması ve hakkımızda çok şey biliyor olması, o esprili ve güler yüzlü tavrı beni çok etkiledi. Diğer yandan şimdiki hayat arkadaşı Avustralya’nın dışında bir aç kez çıkmış ve Türkiye’nın coğrafi konumundan dahi haberdar değildi. Bu durum beni hiç şaşırtmamıştı zaten, asıl şaşırtıcı olan kadının vakıf olduğu bilgilerdi. Adı da “Lilly”di. Daha da etkileyici olan yanı ise, kızının adının “ Jessie” olmasıydı. Melbourne’da yaşayan Jessie’nin telefon numarasını bana vererek mutlaka aramamı da eklemeden beni bırakmadı.

Çamaşır yıkamak için aldığım dolarlarımın yanı sıra çok tatlı bir sohbetin parçası olmuş, çok güzel insanlarla tanışmıştım. Bir diğer yandan Lilly 15 dakika sonra bizim karavana gelmiş ve “yarın Anzac günü, bizimle anma törenine gelmek ister misiniz?” demişti. Elbette isterdik de, cahillimi mazur görüp ne olduğunu anlatabilir miydi acaba? Nitekim yine en doğru bilgiye annem sayesinde ulaşmayı başardım. Onca sene lisede tarih okumuş olmamıza rağmen, aslında her sene Türkiye’de Çanakkale’de dahi anma olarak kutlanan bu günü neden ben bilmiyordum acaba? Zannedersem yaşıtım olarak tanıdığım neredeyse kimse de bilmiyordu. Bu durumda iki ayrı bilgiye ulaştığımı söylememde sanırım fayda var. İngilizler vakti zamanında Osmanlıların topraklarını kendi topraklarına katmak adına çıkan savaşta Avustralyalıların da onlara yardım etmesi için baskı yapmıştı. Bu durumda savaşta bir çok şehit veren Avustralyalıları Türklerin koruduğuna ve bir çok insanı kurtardığına inanılıyor burada. Bir diğer yanda ise, Türklerin Avustralyalıları savaş esnasında kendi topraklarını korumak adına katlettikleri söyleniyor. Sanırım yıllar evvel çıkan bu savaşın ülkelerden tarafından farklı şekiller de anılıyor olmasına şaşırmamalı. Ancak sempatik Avustralyalıların bizi yandaş olarak görmesi hoşuma gitmedi desem yalan söylemiş olurum.

Ha tabi, kimse güneş doğarken uyanmayı beceremediği ve miskinlik ettiği için ne onlar ne de biz “Anzac Memorial Day” e gidemedik.

RAINBOW BEACH










En erken katlığımız sabahlardan biriydi bu… Artık gece 22.00’de yatıp, sabah saat 06.00’da gözlerimizi açmaya çok alışmıştık. 2 alevli ocakta yemek pişirmeye ve gündüzleri oturma odamız olan karavanımızı akşam yatak odamıza çevirmeye… Şayet kiralık olmasaydı, perdeleri ne renk alacağımızı, duvarları nelerle süsleyebileceğimizi konuşur olmuştuk. Hatta bize kalsa dışını bile boyardık karavanımızın. O kadar farklı o kadar güzel bir histi ki gezen bir evimizin olması. İnsanlar ellerinde sandviçle gezmek zorunda kalırken, biz karavanımıza girip en sağlık yemekleri kendi mutfağımızda pişiriyorduk. İstediğimiz her yere park edebiliyor, canımızın istediği her yerin manzarası eşliğinde dilediğimiz öğün yemeği yiyebiliyorduk. Her gün başka komşularımız oluyordu. Hepsi biri birinden farklı yepyeni şeyler katıyordu bize. Açıkçası beklide bir hippi gibi böyle yaşayabilir miyiz diye düşünüyorduk… Hiçbir kaygımız yoktu neredeyse, küçük buzdolabımıza ihtiyacımız olan her şey sığıyor, yol kenarında gördüğümüz sebzeler ile karnımız çok sağlıklı bir şekilde doluyordu. Geçen gün ilerlerken gördüğümüz “5 avocado 1$, put the Money in the mailbox” yazısıyla son noktayı koyduklarını düşünüyorum. Gerçekten de orada duran bir kumbaranın içine 2$ atıp, 10 adet avocado ile beraber oradan uzaklaştık. Demek kimse birbirini aldatmıyordu. Kimse birbirinin aşını, işini çalıp kaçmıyordu. Yol kenarında duran kutuların içindeki onlarca avocado’nun gün sonunda sahiplerini bulduklarına ne şüphe…


Ortalama 1 saatin sonunda “Rainbow Beach”e ulaştık. Ne yalan hava biraz bulutlu, arada bir çiseler durumdaydı. Bunu bir engel olarak görmeyenler ise sadece sörfçülerdi. Yani bu durumda, bu kumsal da fotoğraf çekmek veya sörfçülere katılmak dışında yapılacak pek fazla bir şey yoktu. Aslında içten içe sörf yapmayı en azından denemeyi çok arzuluyordum. Ancak henüz doğru zamanın karşıma çıktığına inanmıyorum. Belki de “Surfers Paradice” benim için daha uygun bir yer olur.

CHAMPAIN POOL





Adı pek afili olan havuzdan kastımız, elbette suyun içindeki gaz oranı yüksek olan okyanus suyundan başka bir şey değil. Okyanusun oldukça soğuk olduğunu da eklemeden geçmek istemiyorum. “Pasifik okyanusunda ki bu suya girmeye değer miydi derseniz?” de cevabımdan yine emin olmadığım için, “bilemiyorum!” diyorum. Ancak etrafımızı kayalar çevrelemiş olmasına rağmen rüzgar kaynaklı dev dalgalara maruz kalmamak imkansızdı. Hatta bir arkadaşımız gelen dalgayı fark etmediği sırada kayanın üzerine tırmanmaya çalıştığı için oldukça kötü yaralandı. Dediğim elbette birkaç çizikten bahsediyorum…

TOP VIEW OF THE ISLAND







Adanın bu kısmı dışında hiçbir yerinde kaya bulunmuyor. Buradan da ayrıca denize girmek söz konusu değil. Her yerde köpek balıkları geziyor ve dalgalar da o kadar sert ki zaten suya girdikten sonra yeniden o dalgalarından arasından çıkmak neredeyse imkansız gibi gözüküyor. Bu durumda sadece kayaları tırmanarak bu muhteşem kara parçasının çıkabileceğimiz en tepe noktasına çıkmayı başardık. Adanın gizemli doğası ve renk skalası kelimelerle anlatılacak gibi değil. Rüzgar üzerimizi hafifçe savururken, bulduğumuz 2 adet kayanın üzerine oturup, aklımızda olan tüm düşünceleri ve endişeleri okyanusun derinliklerine gömdük. Huzur böyle bir şey olsa gerek…

MYSTERIOUS SHIP




Bir başka enteresan hikaye ise bu adanın adını nasıl aldığı ile ilgili;
Bundan seneler önce “Eliza Fraser” ve kocası ve ekibi ile birlikte bu adanın açıklarından geçerken gemileriyle ilgili bir sorun yaşarlar. Batan gemiden kurtulan 14 kişilik ekibin 4’ü ada sakinleri, söz de “Aborjinler” tarafından öldürülür. Daha sonra Eliza’nında kocasını kaçırarak ölüme terk ederler. Aradan geçen zaman da ise Eliza’yı da kaçırırlar… İnanışa göre Eliza ada yerlileri ile birlikte olmak suretiyle hayatta kalmayı başarmıştır. Daha sonra adanın adını neden kadının soyadı yaptıkları ise ayrı bir tartışma konusu. Söz deki Eliza adadan kurtulduktan sonra, zengin biriyle evlenerek adaya geri döner ve burada yaşamaya başlarlar. Elbette bu hikaye ve benzeri tüm hikayelerin gerçeklik payı da tartışılıyor, ama bence bunların hiçbir önemi yok. Adaya dair önemli olan şeyler bu adanın herhangi bir anakaradan kopmadan kendi başına bir ada olarak yıllardır varlığını sürdürürken, aynı zamanda bir de dünya da ki en büyük ormana sahip kum adası olmasıdır.

Diğer yandan tepe deki bu gemiyi ise, 1935 yılında Japonlar satın alarak Okyanusu geçmeye çalışırken gemi karaya oturmuş. Ölen kimse olmamış ancak, o zaman bu zamandır gemi Fraiser Island kumsalında turistlerin uğrak noktası olmuş durumda.

WORLD’S BIGGEST SAND ISLAND



Sonunda ilginç bir şeyler görmeyi başardığımız için mutluydum. Gelen kum fırtınaları zamanında adanın bir kısmını neredeyse kel bırakmış. Şimdi çöle benzeyen bu alanda neredeyse bir tane bile yeşermiş ağaç bulunmuyor. Zavallı ağaçların sadece kovukları boy gösteriyor etrafta. Ancak yağan yağmurlar sayesinde bu çıplak alanın yeniden ormanla kaplanacağı da söyleniyor. Sanırım böyle bir görüntüyü Fraser Island dışında ancak bir çölde görme şansına sahip olabilirdim…

FRASER ISLAND, DAY II




Güne her zaman olduğu gibi erken başladık. Hızlı kahvaltımızın ardından yeniden yoldaydık. Bugün adanın diğer kısmını gezeceğiz. Üstelik bugün bindiğimiz otobüs dünkünün neredeyse 2 katı. Ve 25 dakika sonra kumsalın üzerindeydik. Sağ tarafımızda okyanusun mavi dalgaları, sol tarafımızda ise yemyeşil orman resmen kumun üzerinde saatte 80km hız ile yol alıyorduk. Bundan daha büyük bir keyif bilmiyorum. Tek kelimeyle şahane bir görüntüydü.


İlk durağımız ormanın içindeki bana göre herhangi bir yer oldu. Burası aynı zamanda yılanlar ve yarasaların mekanıymış. Nitekim 1 adet yılanı görme şansına eriştik. Ancak her şey o kadar eğreti duruyordu ki, gerçekten sanki biri biz gelmeden yılanı alıp oraya koymuş ve biz gelince de bize şov olmuştu. Nereyse fotoğraf çekmek için dahi arabadan bile inmeyecektim ancak ayıp olmasın diye elbette inip 2 adet yılan resmi çektim. Belki de yolculuğumun evvelki kısımlarında yaşadığım deneyimler ve gördüğüm yılan çeşitleri yüzünden şu an şımarıkça davranıyordum. Hiç bilemiyorum ancak sebebi her neyse bu ada bir yandan çok ilginç olmasına rağmen diğer yandan para kazanmak için hazırlanmış bir oyun parkını anımsatıyordu bana…

SUNSET IN FRASER ISLAND






FRASER ISLAND "Dingo"



Bu meşhur “Dingo” hikayesine gelecek olursak…
Dingo’nun ahırı dışında, yanlış hatırlamıyorsan bir çizgi karakter olan “Guffy”nin köpeğinin adı da Dingo’ydu, hayatımda hiç böyle bir hayvan olduğunu duymamıştım, bilmiyordum. İnanın ki gözlerimle görene değin de inanmadım. Hatta adaya has bir şey uydurmak arzusu içinde yanıp tutuştukları için, Avustralyalıların reklam olsun diye türettiği bir yaratık olduğunu bile düşündüm. Ama yanılmışım. Bu köpek kılıklı canlı gerçekten de bu adada yaşıyormuş. Ne işe yaradığını ve hikayesini sormayın çünkü hiçbir fikrim bile yok. Ancak Fraiser Island’a özel bir canlı olduğunu söyleyebilirim. Elbette bu zavallı köpekimsi hayvan için duvarlarda “Be aware of Dingo” gibi manasız cümleler de yer almıyor değil. Açıkçası kumsal gezinti yaparken, deniz kenarındaki su birikintisinden su içtiğine ve gayet kendince kumsalın bir orasına bir burasına gittiğine şahit oldum. Ne bir saldırganlığını gördüm ne de arkadaş veya insan canlısı bir tavrını. Dolayısıyla yorum yapmak bana düşmez diyerek Dingo ile ilgili bilgilerimi sonlandırıyorum.

FRASER ISLAND "Lake Mackenzi"






Eylül ayından itibaren turistlerin buraya kendi kullandıkları araçlar ile gelmeleri yasaklanacakmış. Nedenini tam olarak anlamamış olmak ile birlikte, göle vardığımızda bunun hiç fena bir fikir olmadığına kanaat getirdim. Her yer insan kaynıyordu. Ve bu gencecik insanların araç kullanarak buraya gelmelerinin pek de mantıklı olmadığı fikrine ben de kapılıyorum. Ancak anladığım kadarıyla, dünya üzerinde ki bir çok ülke de aileler, çocuklarının hem dil öğrenmelerini hem de az olsun kendi ayakları üzerinde durmayı becermelerini sağlamak için onları tonlarca para ile birlikte Avustralya’ya gönderiyorlar. Bu durumda elbette etraf çoluk çocuk kaynıyor ve acayip olaylar da oluşabiliyor.


Göle ulaştığımız da buranın bir göl olduğuna inanmakta güçlük çektim. Gerçek bir deniz gibi önce beyaz kumun üzerinde sığ ve berrak görünümü ile daha sonra açık maviden koyu maviye ton sür ton devam ediyordu. Yine koşup kendimizi içine atmak istedim. Ama üşümekten de yine çekindim. Bu durumda elimle kumu hissetmek ve fotoğraf çekmek dışında göl de yapılacak fazla bir şey kalmadığından çay kahve içilen alana gitmeyi tercih ettim.


Bugünkü yolculuğumuz artık sona ermişti. Odalarımıza giderek en hızlısından bir duş aldık ve gerçekten müthiş bir gün batımı izledik. Ancak o fotoğrafları çekmek elbette kolay olmadı. Burada ki sineklerin saldırı şekli, Hindistan ve Tayland’dakilerden oldukça farklı. Bunlar küçücük ve milyon tane… Aynı anda saldırıp, insanı çıldırtana kadar etrafında dönüyorlar. Elbette dönerken de ısırmadan geçmiyorlar. Her ne kadar sprey de sıksak, krem de sürsek bu sineklere engel olmak neredeyse imkansız. Zor geçen 20 dakikanın hemen ardından “view point” yani gün batımını izlediğimiz noktayı terk ettik.


Bu ada her nedense insanı çok acıktırıyor. Fazla oksijenden mi yoksa yapacak fazla bir şey olmadığından mı bilemiyorum ancak neredeyse verdikleri tüm öğünleri eksiksiz yedim bitirdim. Ve saat henüz 18.00 olmasına rağmen, midem akşam yemeği için kendini çoktan hazırlamış, açlık sinyalleri vermeye başlamıştı bile. Sanırım bu fikirde olan tek insan ben değildim. Bu durum da tanıştığımız yeni ada arkadaşlarımızla birlikte hep birlikte yemek yiyeceğimiz “Dingo Pub”a gittik.

26 Nisan 2010 Pazartesi

Fraser Island "Lunch @ Central Park"











Öğlen yemeğimiz kocaman bir sandviç ekmeğinin arasına, kendi zevkimize göre yerleştirdiğimiz ham, kaşar peyniri, mayonez, hardal, ketçap ve salata çeşitlerinden oluşuyordu. Hiç fena olmadığını itiraf ediyorum. Ve şimdi sıra yağmur ormanında küçük bir gezintiye gelmişti. Burada devasa ağaçlar bulunuyordu. Birkaç tanesine yürürken şahit olduk. Bunun dışında ormanın kokusu ve renkler müthişti. Neredeyse gördüğüm her kareyi katlayıp fotoğraf makinemin içine koymak istedim. Hele de o kovukların üzerinde yaşam kurmuş olan yosunumtrak bitkilere aklım çıktı. Çimen gibi sık ve aynı zamanda da yaprak gibi gözüken bu bitki örtüsüne hayran kaldım.

FRASER ISLAND "Basin Lake"





İncecik, bembeyaz kumların etrafını yuvarlak bir biçimde orman sarmıştı. Ve hemen ortasında durgun göl tüm ihtişamıyla bizi çağırıyordu. Ancak hava benim suya girmem için fazla serindi. Üstelik güneş sabahtan beri bize yüzünü pek az göstermişti. Neredeyse uzun kollu t-shirt ile duruyordum. Ve soyunup o gölün yumuşak ve tatlı sularına her ne kadar kendimi bırakmak istediysem de yapamadım. Elbette aramızdan 3 kişi oldu. Ama sadece okadarcık. Daha sonra öğle yemeği yiyeceğimiz alana ya yürüyebilirdik ya da otobüs şoförümüzle yola devam edebilirdik. Her neden yorgun hissettiğimi bilmiyorum ancak o yolu yürümek nedense hiç içimden gelmedi. Ve tur rehberimizle sohbet ederek yol almayı tercih ettik. Adanın şuan da “wet season” yani yağmurlu zamanı olduğu için yerler ıslaktı ve çoğu göl de ağzına kadar doluydu. Geçtiğimiz çoğu yerde ağaçların kovuklarının paramparça yerlerde olduğunu gördük. Meğer yağan yağmur ve rüzgar nedeniyle, kökleri kuma yeterince bağlanamayan ağaçlar bu hava şartlarına dayanamayıp kendilerini yere atıyorlarmış. Koca koca ağaçların yosun tutup yine de ormanın bir parçası olmaya devam etmeleri ise inanılmaz bir mizansene yola açıyordu. Bu durumda yürüdüğümüz alan dışında, zemini görmek neredeyse imkansızdı.

FRASER ISLAND





Gelmeden evvel ada ile ilgili çılgın hikayeler duymuştuk. Bu adanın zemini sadece kumdan oluşuyordu. Bu nedenle 4X4 yani 4 çeker bir aracınız yoksa şayet adaya çıkmanıza izin yoktu. Bu durumda turistler 8 kişilik jeep’ler kiralıyor ve adaya bu şekilde ulaşım sağlıyorlardı. Ancak elbette bu adada bir çok kazaya neden olmuştu. Ve bu nedenle gelen turist sayısını azaltmaya çalıştıkları söyleniyordu. Fraiser Island, dünya da ki en büyük yağmur ormanlarına sahip kum adası. Yani adada nereye giderseniz gidin yerler zemin ve en az 120m uzunluğunda çılgın yüksek ve iri ağaçlar bulunuyor. Ada toplam 124 km’den oluşuyor. Ve de içerisinde çılgın göller var. Hepsi bir diğerinden güzel ve ayrıca tamamen yağmur suyundan oluşuyorlar.
317$ vererek 40 dakika süren bir bot ile ulaşılan adada tur rehberimiz bizi bekliyordu. Toplamda 15 kişi aynı turu almıştık. Ve hep birlikte kum üzerinde ilerlemeye uygun otobüsümüze bindik. İlk etapta hemen bize elma ve çikolata verdiler. Bu genelde Tayland’da alışık olmadığımız bir sistemdi ama hoşumuza gitmişti ne yalan… Daha sonra ilk durağımız olan ….Lake’e ulaştık.