11 Mayıs 2010 Salı

THROUGH NIMBIN “Mardigrass Festival” Day II





Surfers Paradice’daki 2. Güne uyandığımızda hemen yanı başımızda bizle beraber güne uyanan göl bir çok sportmene ev sahipliği ediyordu. Göl de yüzme gözlükleri ve paletleriyle yüzenler, etrafta koşan insanlar ve hatta gölün içinde kürek çekenler dahi mevcuttu. Bir iki fotoğraf çekmek adına yürüyüşe çıktığımda köpeğiyle birlikte gezen tekerli sandalye de bir genç yanıma geldi ve sohbet etmeye başladık. Bana her zamanki “nerelisin, tatilde misin, ne taraf gidiyorsunuz?” gibi sorular sorduğunda elbette geldiğimiz nokta bundan sonra ulaşacağımız “Nimbin” adlı enteresan ama küçük şehir oldu. İlk defa birinden Avustralya’da varlığını sürdüren ve bizim de yakalayabileceğimiz bir festival duyuyordum. Tanıştığımız adamın neredeyse tüm arkadaşları festival için Nimbin’e doğru yola çıkmışlardı bile. Peki ya biz hala neyi bekliyorduk. Kısa sürede toplandık ve hemen yola koyulduk.


Yollar boyu, ormanların arasından giden virajlı yollar da geçti saatlerimiz. En sonunda ulaştığımız küçük kasaba “Uki”de ise festivale doğru yol alan insanları görmek mümkündü. Rastalı saçları olan ve çıplak ayak yürüyen onlarca insan, Nimbin’e varmadan önceki son alışverişlerini yapıyorlardı. Ortalama 20 dakika sonra ise yolun sol tarafında ilk defa bizi polisler durdu. Arabayı Vanessa kullanıyordu bu nedenle onun evraklarına ihtiyaçları vardı. Önce alkol testinden geçirip daha sonra da uyuşturucu testi yaptılar. Enteresan bir çubuğa dilinizi sürtüp çıkacak sonucu 5 dakika kadar bekliyorsunuz ve daha sonra çıkan sonuca göre ya ehliyetinizi 18 ay boyunca elinizden alıyorlar ya da yola devam ediyorsunuz. Elbette biz yola devam edenler arasındaydık ancak bir çok insanın bu enteresan sisteme boyun eğmek zorunda kaldıklarını da eklemeliyim. Polis arabasının önünde llerini kafasının arasına almış bir gencin yanına gidip “İyi misin?” diye sorduğumda “Hayır, ben bittim!”diye cevap vermişti. Gelmeden önce marijuana içtiği için şimdi oracıkta ne yapacağını bilmez bir şekilde bir sonuç bekliyordu. Tam arabaya bineceğim sırada ise, oldukça toplu her yeri piercing içinde bir kız yanımıza gelerek ikimizin de ehliyetlerimiz olup olmadığını sordu. Soru bana sonunda bir şey isteyeceği hissini yarattığı için “neden ?” diye sordum ancak Vanessa tam sırada “evet var” diye cevap verince pek bir seçeneğimiz kalmamıştı. Bu yolla Avustralya’da insanların 25 yaşından önce ehliyet alamadıklarını öğrendim. Bu durumda “Learning Driver “ denen bu insanların yanlarında mutlaka ehliyeti olan biri olması gerekiyordu. Ancak bu şekilde araba kullanabiliyordu.
Ve hikaye şöyle devam etti; Kız, erkek arkadaşı ve diğer 2 arkadaşı Nimbin’e doğru yola çıkmışlardı ancak yolda tartıştıkları için, kızın erkek arkadaşı arabadan inmiş ve otostop çekerek buraya gelmeye karar vermişti. Bu durumda ehliyetsiz kızı polis çevirmiş ve Nimbin’e kadar onunla yolculuk edecek biri olmadan arabayı kullanamayacağını söylemişti. Bu durumda elbette ben ve ehliyetim mükemmel bir çözüm oluşturuyorduk.
Ben bu insanlarla yola devam ederken, çocuklarıyla beraber yolculuk eden bir baba, polis tarafından bekletildiği için ikiz olan 15 yaşındaki 2 çocuğunu Nimbin’e kadar götürüp götüremeyeceğimizi sorduğunda elbette ona da peki dedik ve Vanessa’nın yolculuğu ise bu 2 çocukla devam edecek biçimde şekillendi.


Vanessa önden gidiyordu biz ise arkadan… Nimbin’e vardığımızda tüm sokaklar insanlar ile doluydu. Üstelik her zaman görmeye alışkın olduğumuz Avustralyalılarla değil de Hindistan ve Tayland’da görmeye alıştığımız alternatif giyimli, rastalı insanlarla kaplanmıştı her yer. Vanessa çocukları bırakmak için durmuştu. İçinde olduğum arabayı kullanan kız ise duramamış hemen ileriden sola sapmış sokağın köşesinde bekliyordu. Arabadan inip Vanessa’nın yanına gidene kadar Vanessa sokağı kaçırmış düz devam etmişti. İşte bu hiç de iyiye alamet değildi. İnip koşmuştum ama artık çok geçti. Yanımdan geçen arabalara bu yolun nereye gittiğini sordum. Herkes bir sonraki şehre doğru gidildiğini söylüyordu. İleriden bir dönüş yoktu, yani yeniden Nimbin’e dönmek için geçilmesi gereken yol yine burasıydı. Telefon çekmiyordu, cebimde param vardı ancak üzerimde fotoğraf makinem, bir şort ve t-shirt dışında başka hiçbir şey yoktu. Yolun köşesinde bir ileri bir geri gidip gelmeye başladım. Aradan 30 dakika geçtiğinde ise endişelenmeye başlamıştım bile. Yanımdan geçen polis arabasını durdum ve sıkıntımı anlatarak bana yardımcı olmasını rica ettim. Plakayı ve arabanın şeklini bildiğimi söyledim. Snob polisin yaklaşımı ise “I am sorry, I cant help you to find your friend” şeklinde oldu. Bütün umutlarım suya düşmüştü. Benim telefonum çekmiyorsa Vanessa’nında telefonu çekmiyor demekti. Ne yapabilirim diye düşünerek 30 dakika daha geçirdim. Hava kararmaya başlamıştı sanki, ya da korkularımdan ötürü ben öyle sanıyordum. Biliyordum Vanessa beni almadan buradan gitmezdi. Ve yürümek yerine, onu aynı yerde beklememin daha doğru olacağına karar verdim. Yolun hemen köşesine çimlerin üzerine oturdum ve bu sefer başı ellerinin arasında olan bendim. Gözlerimden yaşlar süzülmek üzereydi. Nerede bile olduğunu bilmediğim su saçma şehir de yapayalnız ve sanki çırılçıplak kalmıştım. Ama umudumu kaybetmiyor, içten içe evrene beni zor durumda bırakmadığı için teşekkür ediyordum. Tüm bu pozitif ve negatif düşüncelerin arasında uzun zamandır vücudumdan atamadığım sıvılar bulunuyordu. Yolun hemen karşında bulunan seyyar tuvalete girmek için can atıyordum ama Vanessa’nın o sırada yoldan geçecek olma düşüncesi beni olduğum yer de durmaya zorluyordu. Anlayacağınız tuttuğum sadece göz yaşlarım değildi.


Neden sonra, Vanessa göründü, ama ben yine çölde vaha gördüğümü sanıp kıpırdayamadım bile. Yolun kenarında öylece kalakalmıştım. Hemen yolun karşısına koşup kendimi tuvalete attım. Dışarı çıktığımda ise arabaya bindim ve Vanessa’nın geçtiği sürecin hiç de sempatik olmadığını öğrendim. Önün de giden aracın biz olduğumuzu sanmış ve bambaşka bir arabayı takip etmişti. Neredeyse yarım saat yol gitmiş ve benim aklımdan zorum olduğunu düşünmüştü. Neden sonra önünde yol alanların biz olmadığımızı anlamış ve bu sefer de arabayı yolun soluna çekip beklemeye başlamıştı. İki ayrı insan, birbirimizden ayrı düşmüş ve öylece kalmıştık. Daha önce hiç bu şekilde kaybolmadığımız için de ne yapacağımızı bilemiyorduk. Vanessa şehrin dışına çıktığını anlayınca beni en son gördüğü yere gelmeyi veya polise gitmeyi düşünmüştü. İşte tam da bu nokta da yeniden birleşmeyi başarmıştık.


Her şeyden kilometrelerce uzaktayken ve yalnız olmaya programlanmamışken, neredeyse 4 aydır 24 saatimi birlikte geçirdiğim yol arkadaşımı 2 saat dahi kaybettiğimi sanmaktan hoşlanmadığımı itiraf ediyorum. Yalnızlığın ne demek olduğunu neredeyse unuttum galiba. Birlikteyken dahi yalnız olmayı becerebildiğim Vanessa ile hayatım boyunca hiç kimseyle yaşamadığım kadar çok şey yaşadım. Hiçbir arkadaşımla aylar boyunca 1 dakika dahi ayrılmadan geçirdiğimi hatırlamıyorum. Yalnızlığına delice düşkün ben bile bu noktaya gelebildiysem kendime gerçekten de çok iyi bir yolculuk partneri bulmuşum demektir. Uzun süredir, yolculuğumun biteceği anı veya günü düşünmüyordum. Ancak İstanbul’a dönüş biletimi aldığım günden beri yeniden tatildeymişim gibi hissetmeye başladım. Bugün anlıyorum ki, bu yolculuğa dair özleyeceğim, sadece Vanessa değil daha milyonlarca çok şey b

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder