4 Ocak 2010 Pazartesi

2.GÜN AGRA “TAJMAHAL”

Uyandığımda sabah olmuştu Saat 05:30 AM ve yataktan çıkmak neredeyse imkansızdı. Ama başardık, hemen kahvaltı söyledik odaya. Continental kahvaltı! Oda servisi geldiğinde sadece kahve getirdiğini sandık, meğer orada kahvaltıda varmışta biz görememişiz. Kızarmış ekmek, tereyağ ve galiba bir meyvenin marmeladı. Çay mı? O da ne, sütlü bişeyler ve kahveyi bilmiyorum ama şimdiden özlediğim tat olmadığı kesin. Gene bir kahkaha koptu aramızda. Bildiğimiz herşey değişiyor. Ve bu değişim çok güzel. Neyse lobiye inerek gitmeye hazırlanıyoruz. Soforumuz sadece 15 dakikalık bir gecikmeyle yanımızda. Pekte hoş olmayan otelle kolayca vedalaşıyoruz ve yollardayız. Sabahın erken saatleri olmasına rağmen yollarda trafik var ve tabiki korna sesleri hiç susmuyor. Sol şeritte gidiş olarak akan trafiğe ayak uydurmak hiçte zaman almadı ama arabamıza çarpma tehlikesi geçiren bisikletliler ile burun buruna giden bu yolculuğun en kısa zamanda son bulmasını umud ediyorum.

Ortalama 3.5 saat sonra Agra’da aç ve tuvalet ihtiyacımız ile birlikte gözlerimiz fıldır fıldır arabanın camından dışarıdaki hayatı izliyoruz. Herkes gerçekten sadecec hayatta kalmaya çalışıyor. Sefalet ve açlık heryerde. Biz ise film seyrediyor gibiyiz. Oysa arabanın tam da içindeyiz ve halkla aramızda sadece ufacık metreler var. Genellikle turistlerin ziyaret ettiği, ancak sürekli sigortaları atan restoran da kahvaltı etme umuduyla menuye bakıyoruz. Yumurta yemenin mantıklı olacağını düşündüm, çok şükürki yol arkadaşımda benimle hem fikir.
Hoş bir sohpet ve kahvaltıya benzeöeye çalışan öğünümüzün ardından yeniden yola koyuluyoruz ve Tajmahal bizi bekliyor. Mum tajmahal diyorlar ona, ayışı ile taçlanmış olan saray. Anıtın anlamı kendinden büyük. 3 Karısı olan kral her bir karısı için bir yapı dikiyor, her bir arçası el işçiliği ile süslenmiş ve burayı bitirmek 22 seneyi almış. Oldukça yüksek meblalar harcamnarak yapılmasının nedeni ise kralın karısına duyduğu aşk. İçimizi aşk ile doldurarak gezmeye devam ediyoruz. Kimse içeri ayakkabıları ile girmiyor. İçeri, kamera dışında herhangi elektronik alet veya gıda sokmak yasak. Birze bir şişe su ve bir de ayakkabılarını çıkarmak istemeyenler için bez galoşlardan veriyorlar. Ancak bizim gbi turistler dışındaki herkesin ayakları çıplak. Mizanseni siz hayal edin. Okadar büyükki tasvir etmekte güçlük çekiyorum. Hemen akabinde, yeni tanıştığımız Agra tur rehberimiz bizi el yapımı bir fabrikaya götürüyor. Tajmahal’in ihtişamlı mermerlerinin üzerine işlenen ve yıllar süren bu hummalı çalışmanın aslında nasıl yaptığını öğreniyoruz. Ve sanırım tamda bu sıralarda, burnumuza sürekli gelmekte olan baharat kokusuna adaptasyonumuz oluşuyor ki başka kokular almaya başlıyoruz. Her yol kenarında, küçük esnaf arabalarının üzerindeki meyvaların yanında tütsüler yanıyor. Bu mütemadiyen varolan yanık kokusu beni sürekli sağa sola bakmaya itiyor ama yanlış bir şey yok işte, sadece tütsü yanıyor.
Gülüyorum kendi kendime, mutluyum. Burası bana 2 günde çok büyük bir şey öğretti. Açlık veya sefalet, insanlar ne kadar zor durumda olursa olsunlar insanlıktan çıkmayabiliyorlar. Kendi ülkemin tüm düzensizliğinin yanısıra, buradaki hengamey tasvir etmeye gerek bile yok ama onlar hala insan, öylesine dilenen neredeyse kimse yok. Herkes bir şey satmaya ve hayatta kalmaya çalışıyor. İnsanın para vermek içinden geliyor zaten.
Yalnız itiraf etmeliyim kornalardan başım şişti. Normalde “ee noluyo be” diye bagırıp, insanlara el kol yapacakken, kafamı önüme eğip duruma adapte olmaya çalışıyorum. Ama henüz erken, belkide 1 hafta sonra bu kornaları duymayacağım bile.
Her an bunu kendime söylerken buluyorum kendimi, herşeyi “pause” ederek askıya alarak ne kadar şahane bir şey yapmışım. Kendimle gurur duyuyorum. Yol arkadaşım da benim yol arkadaşım olduğu için ve bu tecrübeyi benimle yaşadığı için çok şanslıyım. Yüzüm gülüyor. Ve yola devam ediyoruz.
Jaipur’a gitmek içinden geçtiğimiz Pazar akıl almaz bir yerdi. Hertarafı bozuk olan yolda ilerlerken arabanın içinden fotoğraf çekmekte çok zorlandım ama elimden geleni yaptığımı düşünüyorum. Heryerde dumanlar tütüyor ve herkes bişeyler satıyor. Dükkan kılıklı heryer pislik içinde ve kopkoyu ama ya insanlar, kadınların hepsi rengarenk ve yaşam dolu. Fotoğraf makineme yakalndıklarını farkedince hepsi poz vermek için can atıyor. Çöplerin içindeki bu yaşam savaşı gerçekten akıl almaz, hatta anlatılmaz, yaşanmaz sadece izlenir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder