15 Ocak 2010 Cuma

Day 1 “ ENTERING OSHO INTERNATIONAL RESORT” 09.00 am




Enteresan bir sabah. Saat 07.00, İlk defa bukadar erken ve fresh güne başlamıştık. Pune, Otel deki kahvaltının rezalet olduğunu söylemekle başlasam, kötü bir başlangıç yapmış olabilirim ama günün geri kalanı kahvaltıyı tamamen unutturdu. Neden Cornfleks’i ısrarla sıcak sütle birlikte yediklerine dair hiçbir fikrim yok ancak Vanessa ile yaptığımız beyin fırtınasının ardından, aslında miğeye sabah soğuk birşey girmesinin sağlık açısından iyi olmayacağı sonucuna vardık. Ancak bu yine de yediğiimiz şeyin felaket bir tadı olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaya yetmedi. Biraz muz ve ananastan sonra oteli hızla terkettik. Sabahın o saatinde giyinmiş olduğumuz iki yanı açık incecik elbiselerle bilrikte tuktuk’a binmekte hiçte iyi bir fikir değildi ama daha evvelde bir çok kez söylemiş olduğum gibi yapacak bir şey yoktu. Biraz üşüyerek 6 dakika sonra Osho Center’ın içindeydik. Sırtımızda tüm servetimizi taşıdığımız çantayı locker’a koyma çabalarımız…. bir karşı kalırımdaki alana geçip, tekrar girişe geri dönmemiz ile birlikte kaybettiğimiz 45 dakika sonunda bize bir şey kazandırmadı tabiki. Açıkçası Osho Center’ın bu kadar büyük olabileceğine de ihitmal vermemiştim. Şöyle anlatmak gerekirse, ortasından yol geçen her yanı yemyeşil ağaçlarla kaplı koskocaman bir alan düşünün. Yolun sol tarafında Center’ın girişi ve ilerleyen kısımda da aktivite alanları, yemek yenecek açık bir alan, tuvaletler, aradan geçen büyük yol ve koskocaman bir park. Ayrıca burada bulunan 4 ayrı piramit şeklindeki Meditasyon alanlarını da atlamamalı. Yolun karşı tarafında ise, yine ayrı bir giriş, arkasında banka, locker, deposit ve alışveriş yapılacak bir bina bulunuyor. Ancak tüm bunların mimarisi okadar güzelki, ben anlatırken yeterince ifade edemediğim için kelimelerin kifayetsiz kaldığı hissine kapılıyorum. Yerler taş, yapılar venge’den… Duvarlardan boylu boyunca akan sular, sonsuz bir huzuru temsil ediyor. Güneş doğduğunda ve batarken içerisinin rengini tasvir etmekte zorlanıyorum ve neyazikki fotoğraf çekmek yasak olduğu için sizi hayal gücünüzle başbaşa bırakıyorum. Bu tarafta ise, ağaçların ortasında bulunan koskocaman bir oturma alanı bulunuyor. Aynı zamanda Piramit şeklinde ki Meditasyon yapılan Osho Oditoryumunu çevreleyen devasa bir havuz bulunuyor. Bu alanın hemen arkasında ise Guesthouse adındaki, gelen misafirlerin kaldığı otel bulunuyor.
Burası kuralları olan ve mutlaka itaat edilmesi gereken, aslında sonuna kadar özgür olduğunuz ama demokratik bir alan. Başkalarının alanına girmemek zorundasınız. Bunu yapacaksanız kapıdan çıkıp gidebilirsiniz. Osho Center’ın içinde sabah saat 05.50’den akşamüzeri 18.00’e kadar marron Robe dedikleri kıyafetleri giymek mecburuiyetindesiniz. Bordu renkte olan elbiseleri hem erkekler hem de kadınlar giyiyor. Bunun dışında üzerinize alacağınız şal, çorap, ceket, yelek, tayt, şalvar.. herne ise aynı renkte olmak zorunda. Aksi bir renk söz konusu değil. Akşam Saat 18.00’den itibaren ise bembeyaz olmak zorundasınız. Beyaz dan kastım da yine hertürlü aksesuarın ve aparatın beyaz olması. Hah sadece matlar ve meditasyon sandalyeleri buna dahil değil. Burası Hindistan’da değil zaten. Her yerde sabunlar ve temiz su var. Olabildiğince ayakkabı giyilmiyor. Yemekler hijyenik ve siz içeri girmeden öncede hakkınızdaki tüm bilgi toplanarak kan testi yapıldığı için, içeri girenler ve çıkanlar ile ilgili yeterli müdahale bilgisine sahipler.
Sabah bizi büyük bir alanda toplayarak “Wellcome Center” a götürdüler. Ortalama 30 kişiydik, dünyanın 4 bir yanından gelen insanlarla aynı odada ayrı lisanlarda aynı amaç için bulunuyorduk. İçeri girer girmez, ayakkabılarımızı çıkarttık. “Love Generation” adlı parça çalmaya başladı ve hep birlikte ilk tanışma dansımızı yaptık. Gerçekten özgürce tepindiğim ender alanlardan biriydi. Her ülkenin kendisine özel ayrı ayrı parçalar çalarak bizi önce birbirimize bağlayıp tanıştırdılar. Zaten yer yer yazan yazı geldi o an aklıma, “Osho Center, meeting with friends” gerçekten de öyleydi. İlk etapta yabancı olan bunca insan on dakika içinde ancak bukadar yakın olabilirdi. Uzun süre dans ettikten sonra, ufak bir ara verdik. Geri geldiğimizde, her ulusun kendine has kültürü olduğu düşüncesinden çıkarak, italyan olan eğitmen bize iki ellinin tüm parmaklarını bir arada birleştirerek güzel anlamına gelecek şekilde “mamma mia” yaptırdı. 3o kişi aynı anda birbirimize bakarak defalarca “mammamia” dedik  gözü bize yakılan eğitmen, Vanessa’ya ve bana nereli olduğumuzu sordu, “Turkey” dedik. Ama o an ikimize de kal geldi. Her nasılsa türklerin tipik vücut hareketi nedir bilemedik. Neden sonra aklımda yanan ampule ses verdim. Genelde köylülerin kullandığı bu vucüt dilini, daha evvel de bir çok kez şehirlilerin de kullandığına şahit olmuştum. Nedense nezaman başımıza bir şey gelse, dizlerimizi döverek, dudaklarımızı ısırarak “ayayayayyyyyy” demeye başlarız. Yani “vay başımıza gelenler” gibilerden. Tani 30 kişi aynı anda vücutlarını öne eğerek dizlerini dövmeye başlayınca, olay acıdan ziyade komediye döndü ve Vaness ve ben gülmekten koptuk, aynı şekilde sınıfın geri kalanı da zannedersem çok eğlendi. Buna bağlı olarak Ruslar için” davay, davat” diye bağırıp, ispanyollar için “hola, hola” deyip durduk. Daha sonra ise, aynı Eyes Wide Sot filminde olduğu gibi hepimize beyaz maskeler giydirip, kendinizi özel bir partide hissedin dediler. Teker teker birbirimizle yeniden tanıştık. Ancak itiraf etmeyliyim, hiçbir mimiği barındırmayan bu maskenin içinde arkadaşımı dahi tanımakta güçlük çektim. Hemen akabinde aynaya döndük. Kendimize bakarak önce kendimize yabancılaştık. Soğuduk, uzaklaştık. Sonra maskeyi çıkarttık. Bu seferde kendimizi tanımaya başladık, farklı maskelerimiz olduğunun farkına vardık ve bununla yaşadığımızı unutumamız gerektiğini. Gün boyunca geçtiğim her farkındalığı yazacak olursam sanırım sizin buraya gelmenize benimde Istanbul’a dönmeme gerek kalmaz.
Hayatının herhangi bir evresinde eline bu fırsatı geçirebilecek olan her yaşayan varlığın burayı ziyaret etmesini gönülden dilerim. İnanın içeride 4 yaşında küçücük bir çocuk bile gördük. Hayatın hızlı ritminde okadar kendimizden uzaklaşıyoruz ki, ne istediğimizi ne hissettiğimizi herşeyi unutup öylesine yaşar hale geliyoruz. Halbuki en değerli varlığımız kendimiziz. Madem bunu unutuyoruz ozaman enazından arada bir de hatırlamayı unutmamalıyız.
Buarada içeride dilerseniz “silent treatment” da yapabiliyorsunuz. Size bir rozet veriyorlar ve dilediğiniz kadar hiç kimseyle iletişim kurmama özgürlüğünüze sahipsiniz. Buradaki insanlar da rozetinizi görerek, sizin bu alanınıza girmiyorlar böylece. Daha güzel bir özgürlük sanırım ben bilmiyorum.
Tanışmadan sonra artık özgürdük. Az sonra “Aile, trauma ve iyileşme demostrasyonuna katıldık” aslında tüm özümüzün ve yaşama olan bağlılık, güven ve insanlara duyduğumuz aşk ve iletişimin kaynağı olan ailenin nekadar önemli olduğunu birkez daha öğrenmiş olduk. O an, annemi ve babamı bir de ablamı teker teker tüm anılarım ve hikayelerim ile düşündüğümde aklıma neşe ve sonsuz sevgiden başka hiçbirşey gelmedi. Hiçbir kırgınlığım ve kızgınlığım olmadığını, hatta ve hatta herşeyin ötesinde bana sevgi ve aşktan başka hiçbirşey vermeyerek beni en güzel dugularla beslediklerini farkettim. Gözlerimi açtığımda yüzüm gülüyordu. Sizi seviyorum.
Çook ama çook acıktık. Koşarak kendimizi yemekhaneye attık aman allahım gözüm döndü. Genel de de meditasyon akabinde vücut ekstra enerji kayebettiği için çok aç sanar kendini ve beyin herşeye saldırır. Nitekim, sabahki meditasyon ve aile travma demosunun kurbanı oldum. Herşeyden aldım. Bir de temiz yemek ve yenecek ortam buldum ya. Hayatımda hiç görmediğim kadar büyük, sarıya bakan renkte, incecik kabuğu olan bir salatalığı yemem baya uzun sürdü. Hem pilav hem noodle, hem de bezelye püreli tofu aldım. Dayanamadım bir de japati ( Hint ekmeği) aldım. Hızımı alamayıp meyvelere de salıdırcaktım ama zor tuttum kendimi. Nitekim baya da pahalıydılar ve çok para harcadım. Neyse hepsini de yedim. Oh!!
Ve tekrara alandayız. Bu sefer “MANDALA DANCE” adında bir terapiye katıldık. Vücudumuzda bulunan 7 çakrayı da kök çakradan başlayarak açtık. İnanılmaz oryantal bir dans eşliğinde, tüm vücudum kan ter içinde kalıncaya kadar dans ettim. Çok yükseldim, ellerim ateş parçası gibi oldu. Eğitmen her “feel the energy” dediğinde sanki boyum biraz daha uzuyor, gözkyüzüne yakınlaşıyordum. Etrafta kuş sesleri, mermer yer, tepede masmavi gökyüzü, boylu boyunca uzanan yüzyıllık ağaçların çevrelediği bu alandan az daha uçup gidecektim. Osho’nun bir sözü derki, meditasyonun 3.stage’inde yere pat diye uzanıp o anı yaşamanız gerekir. Rahat etmeye çalışmakla vakit kaybetmeyin, atın kendinizi yere ve anın keyfini çıkarın. Sanki ölüyormuşunuzçasına bırakın kendinizi. Ve eğer geri dönmezseni de sorun değil, sizi özleriz ancak bu bize kutlamak yapmamız için yeni bir okazyon yaratacaktır.
Okadar yoruldum, susuz kaldım ki bir sonraki meditasyona girecek mecalim kalmadı. Aynı şey, Vaness’te hissetmiş olacak ki kendimizi aşramdan dışarı attık. Döndüğümüzde artık duş yapma ve “evening meeting” e hazırlanma vakti gelmişti. Dulumuzu alarak, temiz beyaz elbiselerimizi üzerimize geçirdik ve Osho Temple’ a doğru ilerledik. Elbette erken hazırlanmıştık ve biraz beklelemiz gerekti. Henüz ortada beyazlara bürünen kimsecikler yoktu ve göze batıyorduk. Saat 18.00 de hava karardı. Temple ‘ın önünde oluşan kalabalık, izlemeye ve görülmeye değer bir mizansen oluşturuyordu. Yüzlerce beyazlar içindeki insanın piramit şeklinde ki temple’a girişleri ise film sahnesi gibiydi. O sessizliğin tarifini size yine yapamıyorum. Ortalama 600 kişnin bulunduğu tapınakta nasıl oluyordu da bir tek nefesin sesini duymuyorduk. Meditasyon işte böyle bir şeydi. Sessizlik ana temaydı zaten. Ortalama 2.5 saat hiçbirşey konuşmadık. Çıktığımız da da aynı duygu yükü içindeydim ve yine açtım hem de çook aç. Yorucu gün sonunda dopdolu bir şekilde bitmişti. Yarın bir diğer günden daha güzel olacağa benziyor. Hep iyiye, daha güzele daha mükemmele. Daha uçsuz hayaller ve aşkla, sevgiyle, pozitif enerjiyle…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder