21 Mart 2010 Pazar

SHINOUKVILLE TO PHOM PEN






Bu sefer yolculuğumuza saat 10.30 am olarak başladık. Otobüste saatlerce gitmeye alıştığımı sanıyordum ancak, iş gündüz seyahat etmeye gelince, kendini şaşırmış sıcak havanın tesirini kilamalarla bile engellemek mümkün olmuyor. Otobüsün içinde uzun süre tepemde bulunan havalandırma delikleriyle oynayarak üzerime daha çok soğuk hava gelmesi için çabaladım ama ortalama 4,5 saat süren yolun hiçbir saniyesinde kendimi sıcaktan arınmış hissedemedim. Hele bir de televizyonda sürekli dönen saçma kliplerin gazabından kendimi korumak için neler yaptığımı siz düşünün. Neyse ki sonunda Başkente ulaştık. Otele vardığımızda neredeyse Saat 16.00 olmuştu. Bu durumda herhangi bir konsolosluk araştırmasına girmek manasız olacaktı. Nehir etrafında 15$ iki kişilik fiyatı olan, havalandırmalı ve sıcak suyu olan bir oda kiraladık. Hem şehrin ortasında olmak bizim için daha iyi olacaktı. Bu durumda transportasyona para harcamamış olacaktık. Öyle geliyordu ki artık ne kadar daha az para harcarsak sanki o kadar daha çok yer görecektik. Zaman kavramını bir kenara bırakıp bütün yolculuğumuzu uygun fiyatlı ve rahat olabilecek hale getirmeye çalışarak, dünya nimetlerinde de kendimizi eksik bırakmamaya çabalıyorduk. Ama her şeyin ötesinde zaman zaman bu giden paranın nasıl yerine konabileceğini de düşünmeden edemediğimi itiraf etmeliyim. Burada ne giydiğinizin veya hangi gözlüğü taktığınızın hiçbir önemi yok. Burada aslına bakarsanız hiçbir şeyin önemi yok. Güvende olduğunuz sürece nerede uyuduğunuzun, lezzetli ve sağlıklı olduğu sürece ne yediğinizin ve ucuz olduğu müddetçe neyle yolculuk ettiğinizin de. Yani bu durumda aslında her zaman önemli olan şey yine ruh sağlığınızın iyi olması.
Tüm bu anlattıklarımın yanı sıra sürekli kazıklanmanın insan psikolojisinde nasıl büyük bir güvensizliğe yol açtığını anlatmak mümkün bile değil. Bir yandan ruhumu evrenin akışında özgür bırakmaya ant içmişken diğer yanda üzerimden rant sağlamaya çalışan bu enteresan millete şüphe dolu duyguları beynimde barındırmak, içimde tarifi imkansız bir dilemaya yol açıyor. Ancak elden ne gelir, belki de deneyimlemem gereken böyle süreç ki şu an canlı canlı beni karşıdan selamlıyor.

Eşyalarımızı küçücük otel odamıza bıraktıktan sonra, 40 derecede geçen otobüs yolculuğumuzun kalıntılarını üzerimizden atmak için banyo yapma ihtiyacı hissettik. Ne kadar rahatladığımı tahmin bile edemezsiniz. Ne zamanki iş kaldığımız odayı incelemeye geldi, o zaman fark ettim ki yatakta ayaklarımın üzerinde durduğumda kafam tavan yüzünden bükülüyor. Yani tavanın boyu o kadar alçak ki, sevgili bacacığım değil yatakta ayakta durmak, kapıdan içeri girdiğinde kafası tavana değecek demek oluyor. Kendi kendime, Vanessa ile boylarımızın dünya standartlarının azıcık altında olduğu ve Asya ülkelerine daha yakın olması vesilesiyle teşekkür ettim.

Artık açlıktan ölmek üzere olduğumuzu fark ettiğimiz sırada kendimizi, kaso dolu Phom Penh sokaklarına itinayla attık. Havanın ısısını tarif edemiyorum, hamam da gibiydik mi demeliyim yoksa Sahra çölünün tam da ortasında gibi miydik desem? Gerçekten abartmıyorum, yazın İsrael olmaktan daha sıcaktı… Bazen ufak bir rüzgar gelip geçiyordu ancak çoğunlukla nemli sıcak bütün vücudumuzu sarmalıyordu.
Nehrin hemen karşı sırasında bulunan “ Happy Elephant” adlı küçük Khmer restoranında kendimize deniz mahsullü pizza ve uzun zamandır özlemini çektiğimiz Feta cheese’li salata söyledik. Bir birayı hak etmiştik. Hem hak etmemiş bile olsaydık, Coca-cola biradan daha pahalıydı bu nedenle bira içmekte fayda vardı. Bazen bu garip karşılaştırma karşısında ben de hayretler içinde kalabiliyorum ancak, Sigaranın bile 1$ olduğunu göz önüne alırsak sanırım burada hiç bir şey pek de normal değil.
Bu durumda orada oturmuş, tepemizde dönen havalandırma eşliğinde yemeklerimizi beklerken sokakta ki küçük çocuklar çarptı gözüme. Hepsinin elinde birer leğen, içlerinde gırla kitaplar, omuzlarına bağladıkları kemer kılıklı şeyle oradan oraya koşturup para kazanmaya çalışıyorlardı. Bir Loonley Planet Laos kitabının piyasa değeri 30 $ iken bu çocuklar hangi maliyetten nasıl kurtulup 1$ a satmayı başarıyor bilemiyorum ama bir şekilde hala fakir olduklarını göz önüne alırsak çok da sağlıklı bir iş yapmadıklarını söyleyebiliriz. Elbette sepetin içine bakmadan edemedim ve işte “Killing Fields” yani burada ki toplu katliamı tüm deneyimiyle yazan bir kadının kitabına gözüm takıldı. Açıkçası beni neyin beklediğini o an çok kestirememiştim ancak bu ulusun nasıl bir süreçten geçtiğini derinine anlamak için faydalı olacağını düşündüm. 8 $ vererek aldığım bu kitabında piyasa değeri 18$. Neden fazla verdin diye hiç sormayın. Aldım verdim konu kapandı işte...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder