28 Mart 2010 Pazar

BANGKOK "KOHASAN ROAD"















BACK TO THAILAND before“Chiang Mai”

Bangkok’ta geçirdiğimiz vize dolu yorucu anlardan sonra yeniden yoldayız. Otobüs yolculuğumuzun felaket geçtiğini söylemeliyim…

Kapakları olmayan havalandırma sistemi iliklerime kadar donmama neden oldu. Uyumak istedim, ama rahatsız ve kolu olmayan koltuklar izin vermedi, yazı yazmak istedim, sürekli zıplayan engebeli yol engel oldu, müzik dinleyip dışarıya bakmak istedim ama yorgunluktan kapanan gözlerim bir yerlere bakmayı şiddetle ret etti. Üşüdüm ve de, hem de çok üşüdüm, enseme vuran soğuk hava dalgasını engellemek için girmediğim pozisyon kalmadı, kollarım uyuştu, ayaklarım üşüdü. Kitap okumak istesem bile çalışmayan ışıklar yüzünden elimden hiçbir şey gelmedi. 12 saat neredeyse bütün bunların arasında geçti durdu.


Sabahın ilk ışıklarıyla kendimizi Chiang Mai’de bulduk. Büyük otobüsten inip, minivan ile şehre giderken sinek spreyimin patlayarak çantama yayıldığını görmem ile uyanmam bir oldu. Yoksa henüz yarım kapalı olan gözlerimin açılmakla yakından uzaktan alakası yoktu. Minivan’e bindiğimizde ki samimi ortam yepyeni insanlar tanımamıza vesile oldu. Daha önce de söylemiştim yol boyunca, gerçek İngilizce konuşmayı neredeyse unuttuğumuzu düşünüyorduk ancak karşımıza çıkan ve tek başına yolculuk eden Amerikalı İshak, İngiliz Ben ve Chris ve daha sonradan samimi olduğumuz Amerikalı Lis ve Koreli Yang bize neşe ve samimiyet kattılar.
Minivan’dan iner inmez, karşımıza çıkan otel alternatiflerini tanıştığımız bu insanlar sayesinde elimizin tersiyle itip, şimdiye kadar buraya gelen herkes tarafından önerilen Julies adlı backpacker Otel’e geldik. Buraya ulaşmak için az buz yol yürümedik. Vanessa yol boyunca ”daha ne kadar kaldığını“ taşıdığı çantaya göre baya az sordu. Azmine hayran olduğumu bir kez daha belirtmeliyim. Benim için de kolay olmadı gerçi, omuzlarıma binen yükü zaman zaman hafifletmek için çantayı birkaç kez, sırtımdan yukarı doğru havaya fırlatıp rahatlamak için çok çabaladım ancak dayanamayacağım noktaya ulaştığımda nihayet Julie’s in önünde gelmiş bulunduk. Bu nedenle isyan etmeme hiç gerek kalmadı. Ancak otel henüz uyanmadığı için, görevlilerin güne başlamasını biraz beklemek zorunda kaldık. Peşimiz sıra arkamızdan gelen diğer backpack’çileri gördükçe kalacak yer bulabileceğimize dair şüphelerimiz artmaya başladı ancak burası o kadar büyük ve sempatik bir yer ki herkes bir oda mutlaka var.

Check out zamanı 10:30 olan Julies’e vardığımızda bütün odalar neredeyse doluydu, biz de yeni tanıştığımız arkadaşlarımızla sohbet eşliğinde kahvaltı etmeyi uygun gördük. Yang Kore’li ve orada yaşıyor,kendisi aynı zamanda bir fizyoterapist. Birlikte seyahat ettiği arkadaşı Lis ise, buraya yoga kursu almaya gelmiş ve uzun bir süre evine dönmeyi planlamıyor. Chris ve Ben İngiltere’de yaşıyorlar, sadece 3 haftadır yoldalar ve bundan önceki destinasyonları Sri Lanka olmuş. Anlata anlata bitiremediler. Ne çok gezecek yer var, hatta ne çok yapacak şey var dünya da… Ishak’e ise hayran kaldığımı söylemeliyim, sırtında taşıdığı küçücük çantasıyla dünyayı geziyor. O da bizim gibi işinden ayrılmış, yolculuğuna başlamadan evvel sakatlara yardım ederek onlar hakkında bülten hazırlıyor ve yaşamlarını kolaylaştırmaya çalışıyormuş. Hindistan’ı doya doya yaşayarak 4 ay boyunca gezmiş. O ‘da bizim gibi buradan sonra Avustralya’yı gezmeyi planlıyor… Dolu dolu geçen 4 saatin ardından odalarımız temizlendi ve yeniden hayata dönmemiz için bekler kıvama geldi. Bu gece 4 $’a kalıyoruz. Odamızda fazla bir şey yok ancak fazla bir şeye de pek gerek yok. Bir tek fan, sıcak duş ve temiz çarşaflar için 4$ oldukça makul geldi.
Neredeyse 40 dakika duştan çıkamadığımı itiraf ediyorum. Günlerdir yıkamaya fırsat bulamadığım eşyalarımın bir kısmını yıkamaya vermiş olsam da hala elimle yıkamam gereken eşyalarım olduğu için, gerçekten temiz bir kız olmak bugün biraz fazla zamanımı aldı. Sadece 50 cent vererek, bir şort ve 4 tshirt’ümün sonunda makine de yıkanacak olduğuna bir yanım hala inanmıyor. Üstelik 9 saat sonra teslim alınmak üzere hazır olacaklar. Kendimi şanslı hissediyorum…


Bugün günlerden Cuma, yani bir haftanın daha sonuna gelmiş bulunuyoruz. Uzun zamandır, zamanımın az olduğunu hissetmeden edemiyorum. Belki de günlerdir bir ileri bir geri gitmek fizyolojik olarak vücudumun hassasiyet dengesini etkiledi. Kendimi uzun zamandır bir yatakta uyumuyormuşum gibi hissediyorum. Böyle düşündükçe, şuan yer gören vücudumu olduğu yerinden kaldırmak ise giderek zorlaşıyor. Gezmenin yorucu olabileceği, bu seyahatten önce aklımın ucuna bile gelmezdi ama şimdi ne demek olduğunu öyle iyi biliyorum ki, durduğumuz her anın tadını çıkartmaya çalışıyorum. Altımızdan akıp giden yollara seyirci kalmak, yol boyunca tanıştığımız yüzlerce insanın hayat hikayelerini dinlemek, gezdiğimiz yerlerin değişken kültürleri ve yemek anlayışlarını deneyimlemek bir yandan düşünmek ve aynı zamanda yaşamak neredeyse 90 gündür hep değişen geceler ve gündüzler… Ayın konumu, rüzgarın durumu, havanın ısısı ve değişen yeme alışkanlıklarımız bir yandan Nirvana’ya ulaşacak kadar iyi hissettirirken diğer yandan da insana “bir dakika bir dakika, kareler çok hızlı akıyor, biraz yavaş” deme ihtiyacını hissettiriyor.

Geceler gündüzleri, gündüzler geceleri kovalarken her sistemin bir parçası olarak yürümeye devam etmek insanın içinde garip bir seratonin salgılamasına neden oluyor. Durup dururken kendimi hiç bu denli bir bütün ve keyifli hissettiğimi yazık ki hatırlamıyorum. Bu duyguyu bu yollarda yakalayacağımı daha önce keşfetmiş olsaydım sanırım o durduğum yer de bir dakika fazla durmazdım. Ancak bu yolculuğun öğrettiği önemli değerlerden bir tanesi de her şeyin bir zamanının olduğu gerçeğidir. Belki bundan 1 sene önce aynı tarihte burada olsaydım, hisselerim buna hiç benzemeyebilirdi de…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder