27 Nisan 2010 Salı

NOOSA HEADS 25.04.2010




Erken ulaşacağımızı sanmakla çok yanıldığımızı şimdi daha iyi anlıyorum. Noosa’ya ulaştığımız da saat sadece 13.00 idi. Ama markete girelim, bir şişe şarap alalım, acaba nerde kalalım derken saatler su gibi akıp geçti. Buranın nam-ı değer popülaritesinden haberimiz vardı elbet ancak bu kadar da çok kalabalık olabileceğini tahmin edememiştik. İlk istikametimiz olan deniz kenarında ki kamp alanında yer dahi yoktu. Milyon tane geçtiğimiz “trafik adacıklarından” sonra sağa mı sola mı döneceğimizin kararını vermekte güçlük çekip, bir iki tur daha tercih ettiğimiz anların sonunda geldiğimiz kampta yer dahi olmayışı bizi hayal kırıklığına uğratmıştı. Çünkü şimdi şehrin ta öbür ucunda kalan kamp alanına gitmek durumunda kalmıştık. Ve bu yüzlerce trafik adacağı daha geçmek demekti.

Haritamız elimizde, yuvarlaktan sağa dönmenin düz karşıya ve sağa mı, yoksa tam sağa mı demek olduğunu algılamaya çalışırken neredeyse 2 saatimizi yolda harcamış bulunduk.Yağmur yağıyor, rüzgar esiyor, çılgın hava şartları bizi zor durumda bırakıyordu. Üstelik sokakta yol soracak bir Allahın kulu dahi yoktu. Bu durumda tüm seçenekleri deneyerek doğru noktaya ulaşmaya karar verdik. Sonunda amacımıza ulaştığımızda ise üzerimizden neredeyse traktör geçmiş kadar yorgun hissediyorduk. Ama elbette toparlanmak zaman almadı.

Kamp alanlarında çamaşırınızı yıkayabilmeniz için makineler bulunuyor. Şayet cebinizde 1$’lardan oluşmak üzere en az 4$ var ise hiçbir sorun yaşamadan eşyalarınızı temizleyebilirsiniz. Ancak elbette benim cebimde bir adet bile 1$ olmadığı için, ufak bir gezintiye çıkarak, Avustralyalı bir çift ile tanışma şerefine nail oldum. Birbirlerinden oldukça farklı olan bu 2 insana hayran kaldığımı itiraf ediyorum. Sarışın ve boylu poslu olan bu incecik kadın vakti zamanında bir hippiymiş. İstanbul’a “Constantinapolis” dendiğini dahi biliyor olması, bir çok kez Türkiye’ye gelmiş olması ve hakkımızda çok şey biliyor olması, o esprili ve güler yüzlü tavrı beni çok etkiledi. Diğer yandan şimdiki hayat arkadaşı Avustralya’nın dışında bir aç kez çıkmış ve Türkiye’nın coğrafi konumundan dahi haberdar değildi. Bu durum beni hiç şaşırtmamıştı zaten, asıl şaşırtıcı olan kadının vakıf olduğu bilgilerdi. Adı da “Lilly”di. Daha da etkileyici olan yanı ise, kızının adının “ Jessie” olmasıydı. Melbourne’da yaşayan Jessie’nin telefon numarasını bana vererek mutlaka aramamı da eklemeden beni bırakmadı.

Çamaşır yıkamak için aldığım dolarlarımın yanı sıra çok tatlı bir sohbetin parçası olmuş, çok güzel insanlarla tanışmıştım. Bir diğer yandan Lilly 15 dakika sonra bizim karavana gelmiş ve “yarın Anzac günü, bizimle anma törenine gelmek ister misiniz?” demişti. Elbette isterdik de, cahillimi mazur görüp ne olduğunu anlatabilir miydi acaba? Nitekim yine en doğru bilgiye annem sayesinde ulaşmayı başardım. Onca sene lisede tarih okumuş olmamıza rağmen, aslında her sene Türkiye’de Çanakkale’de dahi anma olarak kutlanan bu günü neden ben bilmiyordum acaba? Zannedersem yaşıtım olarak tanıdığım neredeyse kimse de bilmiyordu. Bu durumda iki ayrı bilgiye ulaştığımı söylememde sanırım fayda var. İngilizler vakti zamanında Osmanlıların topraklarını kendi topraklarına katmak adına çıkan savaşta Avustralyalıların da onlara yardım etmesi için baskı yapmıştı. Bu durumda savaşta bir çok şehit veren Avustralyalıları Türklerin koruduğuna ve bir çok insanı kurtardığına inanılıyor burada. Bir diğer yanda ise, Türklerin Avustralyalıları savaş esnasında kendi topraklarını korumak adına katlettikleri söyleniyor. Sanırım yıllar evvel çıkan bu savaşın ülkelerden tarafından farklı şekiller de anılıyor olmasına şaşırmamalı. Ancak sempatik Avustralyalıların bizi yandaş olarak görmesi hoşuma gitmedi desem yalan söylemiş olurum.

Ha tabi, kimse güneş doğarken uyanmayı beceremediği ve miskinlik ettiği için ne onlar ne de biz “Anzac Memorial Day” e gidemedik.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder