1 Nisan 2010 Perşembe

CHIANG MAI “Silent, Emotional Diner”






Bu geceyi anlatmak kolay olmayacak.
Bir Kamboçyalı kadın, 20 yaşında.
Bir İngiliz adam, 32 yaşında.
İkisi de sağır ve tabi dilsiz.
Bugüne kadar 50 küsur ülkeyi hem çalışıp hem de gezen sağır ama dünyanın en hoş sohbeti adam Angkor Watt tapınaklarını gezmek için geldiği Kamboçya’da süredir evli olduğu karısı ile tanışır. Birbirlerine aşık olurlar ve aşk elbette engel tanımaz. En geleneksel şekliyle Kamboçya’da evlenirler ama adam gezmek, dünyayı görmek ister. Tapınakların renovasyonu ile ilgilenerek sanat yapan küçük kız, ülkesini terk etmek istemez... işini çok seviyordur ama erkek düşü ağır basar ve rutin hayatlarını askıya alarak geziye başlarlar. Hindistan yolu üzerinde Isaak ile tanışırlar ve iletişim kurmaktan çok haz aldıkları için, işaret dilinde İngiliz İngilizcesi ve Amerikan İngilizcesiyle, Kamboçya işaret dilleri arasında inanılmaz bir iletişim kurarlar. İşte tam da bu iletişim, bugün Chiang Mai’de karşımıza çıkan Isaak ile bu insanları ve bizi bir araya getirmiştir.


Yemeğe gitmeden önce, Isaak bana ve daha sonra da Vanessa’ya isimlerimizi işaret dilinde nasıl söyleyebileceğimiz gösterdi. Tanışmış olduğumuz bu 2 gün içinde zaten ben, “OK, KADIN, ERKEK, EVET, HAYIR, YORGUNUM, SONRA ve TEŞEKKÜR EDERİM” demeyi öğrenmiştim bile. Bu durumda, karşımda konuşan insanları anlayabileceğimden emin değildim ama bir şekilde en azından ben bir şeyler anlatabilecektim. Bu akşam gözlerimin her zamankinden daha çok konuşmasını diledim evrenden. Daha iyi anlayabilmek için ne yapabilirim diye düşündüm içimden. Ve sağır olmanın nasıl olabileceğini hayal ettim diğer bir deyişle. Bunun bir eksiklik olup olmadığını düşündüm. Ve inanır mısınız bir sonuca da varamadım.


Jan’s Place’e geldiğimizde saat henüz 20.10’du. Bizden az sonra Lis ve Young’da aramıza katıldılar. Böylece daha da kalabalık olduk. Ben Kamoçya’lı Sunk’un yanına oturdum ve Vanessa’da benim hemen yanıma. Hemen karşımda Isaak ve sol tarafında John oturuyordu. Daha sonra Lis, Young ve yeni tanıştıkları arkadaşı Srilankalı Alphonso ile sanırım oldukça enteresan bir grup insan olmuştuk. Sunk ve John yemeklerini menüden göstererek sipariş ettiler. Peki ya Pad Thai neli olacaktı? Domuz, Deniz mahsulü veya et? Ve işte bu vesileyle ben de tüm bu kelimelerin işaret dili karşılığını öğrenmiş bulundum.


Bir yandan kendime kattığım bu değerler vesilesiyle içim göğe doğru yükselirken diğer yandan, evrende varlığını sürdüren diğer tüm insanlarla iletişim kurmaya çabalayan bu iki kişinin yaşadıklarını hayal ederek buruklaştım istemeden. Hayat hiçbir şekliyle gözüktüğü kadar kolay değildi elbet, ama buna seyirci kalmak ve hatta bugünkü yaşamımın bir parçası olarak o ana tanıklık etmek ve bir fiil varlığımı sürdürmek, işin daha da derinini düşünmeye itmişti beni.


Hafif çekik, badem gözlü bu minyon kızın her güldüğünde çıkarttığı o yaşam dolu kıkırdamalar ile avundum durdum. Ve öğrendim ki %5 duyabiliyormuş Sunk. Ama ne faydaki derseniz, elbet yoktu pek faydası yine de bütünüyle duymamaktan bir nebze daha iyi olsa gerek dedim yine kendime. İçimi dağlayan hüznü koydum sonunda bir kenara ve işte tam o sırada “seni seviyorum” demeyi öğretti bana Sunk. “Seni özledim” demeyi de hemen akabinde öğrendim böylece. Ne çok şey anlatabiliyordu parmaklarımız, nasıl da fark edememiştim ki daha evvel ben bunu? Ve ne çok şey anlatıyordu gözler? Sarılmak istedim ona işte tam o an, orada. Sonra Kamboçya tarihi ile ilgili okuduğum kitabı söyledim ona. Ve birden bize “S-21” eskiden okul olan ve Pol Plot zamanında hapishaneye çevrilen katliam yerine gittiklerini anlatmaya başladı. O anlattıkça tüylerim diken diken oldu. Yüzündeki hüznü, canının acıyışını,o insanlar için duyduğu üzüntüyü, o simsiyah çekik gözlerini kapatarak, kafasını sağa sola sallayıp aşağıya doğru indirerek tasvir ediyordu. İşaret parmaklarını gözlerinden yanaklarına doğru damlalar gibi süzdürüyor, ne çok ağladığını anlatmaya çalışıyordu bana. Orada büyümüştü Sunk ama diğer tüm Kamboçyalılar gibi geçmişi geride bırakıp, konuyu hemen kapatmak yerine o içten dışa ağlıyor, konuşmadan acısını paylaşıyordu benimle. Yorulan gözlerime eşlik eden yorgun beynim öylesine derinden sarsılmıştı ki, ya masadan kalkıp gitmeliydim o an, ya da öpüp sarılmalıydım ona, acısını paylaştığımı anlatabilmek için. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı, anlamını yitirdiği, sadece duyguların hükmettiği inanılmaz duygusal bir andı yaşadığımız. Tam olarak ne yemek yedim, nasıl yedim o gece ben bile hatırlamıyorum.


Ve diğer yandan, masanın öteki ucunda John neşe saçıyordu etrafa… Ne kadarda mutluydu karısıyla dünyayı gezen bu küçük yürek. Ne kadar hayat doluydu… Kızdım kendime, yeterince çabalamadığım için. Yeterince çabalamayan herkese kızdım o sıra. Eline aldığı küçücük kağıdı evire çevire kullanarak ne çılgın hikayeler anlatıyordu bize. Duymayan bir insanın hayvanlarla olan iletişimi ne çılgındı aslında. Hikaye şöyle başlıyordu; bir gün arkadaşlarıyla ormanlık bir alanda içiyorlardı ve daha sonra yürürlerken karşılarına çıkan hafif korkmuş atın şaha kalkarak kükremesiyle iliklerine kadar dehşete kapılmışlardı. Her karesiyle bu ana seyirci kalan tüm arkadaşları koşarak kaçıp, ortadan kaybolurken John orada kalmış ve atın gözlerinin içine bakarak onu sakinleştirmişti. John zararsızdı ve at artık bunu biliyordu. Zararsız ve korkusuz. Duygulu ama sessiz. Aslında beklide hepimizde vardı bu güç, kullanmayı bilmiyor ve öğrenmemek içinde ayrıca çaba sarf ediyorduk yaşamımız boyunca. Kaybettiğimiz bir duyumuz yoktu ki yeni bir şey kazanaydık. Zaten en büyük çelişkimiz değil miydi bu, kaybedene kadar bilemediğimiz değerler?

Bu gece bana çok şey öğretti.
Bu gece beni çok etkiledi, çok duygulandırdı.

Bu dünya şekeri çift, gitmeden az evvel 1 Nisan’da yine aynı restoranda buluşmak üzere söz istediler bizden. Ah biz biliyor muyduk nerede olacağımızı, nasıl söz verebilirdik? Elimizden geleni yapabilirdik ama başka ne verebilirdik ki? Ama görünen o ki öyle çok şey vermiştik ki, bizi yeniden görmek istemişlerdi. İşte gecenin özeti bu cümlede gizliydi beklide. Yeniden görüşebilecek miydik? E-mail adreslerimizi aldık ve geceyi yakından sarılmalar, uzaktan işaretleşmelerle sonlandırdık. 100 metre geride kalan Sunk’u son kez görmek için baktığımda bana son işaretini yapıyordu “seni seviyorum.” Nasıl olmuştu bilmiyorum ama ben de onu seviyordum artık.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder