5 Nisan 2010 Pazartesi

KAREN, HILL TIRBE







Geçmekte olduğumuz bu yol, bir evvelkinden de çok daha inişli ve çıkışlıydı. Ayaklarımız da derman kalmayana kadar yürüdük desem yeridir. Geceyi geçireceğimiz köye girmek için, ineklerin otladığı tezek kokan bir alandan geçmek ve hatta birkaç setin üzerinden atlamak zorunda bile kaldık. Ama sonunda varmıştık ya benden daha mutlusu yoktu. Hemen su içmek istediğimi söyledim. Elbet yolculuğumuza çıkmadan önce birkaç güvenlik kontrolünden geçmiş ve şişe su olmayan herhangi bir suyu içmemek konusunda sıkı sıkı tembihlenmiştik. Bu durumda, Allahın unuttuğu bu köy de şişe su bulacağımdan pek şüpheli yine de şansımı denedim. Şaşırtıcıydı ama şişe suları vardı. Hasır sepetin içinden henüz köye ulaşmış, hafif soğuk suyu, bin bir teşekkür ederek kana kana içtim. Kendime geldiğimde ise, suyun kaynağını öğrendim. Çünkü içtiğim suyu şehirde 6 baht ödeyerek içerken burada 20 baht ödemek zorunda kalmıştım. Meğer köylüler suyu bunca yol sırtlarında taşıyarak, o çılgın orman yollarından getirdiği için, taşıma parası olarak 14 baht fazla almanın uygun olacağını düşünmüş. Elbet kadere boyun eğmek kaçınılmaz sondu ve kaldığımız zaman süresinde bu fiyattan su içmeye mahkumduk. Bunun pek de büyük bir sorun teşkil etmediğini de ayrıca belirtmeliyim.


Nerede olduğumuzu anlamak için etrafa bir göz attığımda, büyük bir dağın tepesinde olduğumuzu fark ettim. Aşağıda her çeşit hayvan vardı. Domuzlar otluyor, filler etrafta geziyor ve hatta bufalo’ya benzeyen canlılar etrafta takılıyordu. Köylüler bizi çok sıcak karşıladı. Ancak burada ki popülasyon da pek fazla değildi. Sıra kalacağımız yeri görmeye gelmişti. Ve o an anlamdım ki aslında görülecek pek de fazla bir şey yoktu. Yine bambudan inşa edilmiş yerden yüksek bir platformun üzerine yerleştirilmiş battaniyeler ve 1 çatı ile 4 duvardan oluşuyordu odamız. Hepimiz de aynı yerde uyuyacaktık. Sineklere çare sadece sprey sıkmak olabilirdi çünkü, kaldığımız barakanın neredeyse her yeri açıktı. Taşımaktan yorulduğum vücudumu bambunun üzerine bıraktığımda, ormandan gelen kurbağa ve çekirge seslerini duyabiliyordum. Çalı- çırpı ve kuş sesi derken bir de baktım ki uyuya kalmışım. Neredeyse 1 saat sonra, midemde ki açlık hissiyle uyanıverdim.


Açtım ve elbet dile getirme zamanıydı “Açım, açımmm, aaaççç. Yemek, yeeemeeeek” Beni gülerek karşılayan köylüler, mutfakta uzun bir süre yemek yapmaya devam ettiler. Artık hava kararmıştı. Elbette elektrik yoktu. Göz gözü görsün diye, dışarıda ki masanın üzerine yerleştirdikleri 4 beyaz mum, ortama otantik bir hava katıyordu. Ama ben sadece açtım, gözüm başka hiçbir şey görmüyordu. Neredeyse masanın altından koşturup geçen yavru domuzları kesecektim. Şaka bir yana, mutfağa daha evvel vejetaryen olduğumuzu söylemiştik. Bu durumda herkesler tavuk yerken, Vanessa ve ben Tofu ve sebze yiyecektik. Bu kulağa çok daha sağlıklı geliyordu her nedense… Sonunda koca bir tencere buharda pişmiş pilav ve ortaya herkesin yiyebilmesi için 2 tencere tavuk gelmişti. Bizim önümüze ise özel olarak pişirilen tofu ve sebzeler konmuştu. Hindistan cevizi sütüyle pişirilmiş, bol baharatlı yemeğin tadına vara vara yerken. Hemen yanıma oturan Koreli kızın tabağımdan kaşığı ile yemek aldığını fark ettim. Herhalde tadını merak etti diye düşündüm, güldüm geçtim. İkinci ve üçüncü seferde alınca artık biraz kızmaya başladım ne yalan. Yoksa vejetaryen mıydı? Ama yok değildi, az önce tavuk yiyordu, peki benim şuncacık tabağımdan ne istiyordu? Biz de adet değil miydi izin almak? Bunu görgüsüzlük olarak tanımlamadan önce Asya kültüründe nasıl yemek yendiğini hatırladım. Herkes mutlaka aynı anda yemeğe otururdu. Aileleri de zaten geniş olduğu için aynı anda 20 kişi yemek yerlerdi. Ve mutlaka paylaşırlar, birbirlerinin tabaklarından da hiç sormadan yemek alabilirlerdi. Bu durumda tabağımı ona uzatarak yemeğimi paylaşmak durumunda kaldım sanırım, hatta benim tabağımdan alıp kocasının tabağına bile yemek koydu.
Doyurucu yemeğimizin ardından, kaldığımız barakanın hemen yanında ki baraka da ateş yakmışlardı. Zaten sinekler sprey ile zapt edilecek kıvamı çoktan aşmıştı, bu nedenle ateş etrafında olmak, giderek soğuyan havayı da göz önüne alırsak yapılacak en doğru şeydi. Sıra ateş etrafında olmaya gelince, elbet garip hikayeler anlatılmaya başlandı. Öncelikle gün boyunca geçtiğimiz köylerin tarihlerini öğrendik, sonrasını pek hatırlayamıyorum çünkü uyuyakalmıştım.

Ortalama 2 saat sonra kendime geldiğimde, herkesin yüzü garip şekillerle siyaha boyanmıştı. Sağ olsun Vanessa hemen kulağıma “ Hepimizin yüzünde garip boyalar var, sakın korkma “dedi de tepki vermeden uyanmayı başarabildim. Meğer oyun oynuyorlar ve kaybedenin yüzünü isle boyuyorlarmış. Elbet bu neşeli ekibin bir parçası olamadan, gecenin karanlığında rahatsız yatağıma doru yollandım.

1 yorum:

  1. gercekten cok guldum okurken bu yaziyi :))uyanipta insanlari oyle gordugunde yuzunu gormek isterdim heheh :)) birde seni tebrik etmek istedim arkadasim,sayet biri benim tabagimdan yemek aliyor olsa ustune birde kocasinada veriyor olsa sanirim asya masya gelenek gorenek viz gelirdi bana hahhaha.

    YanıtlaSil