29 Nisan 2010 Perşembe

NOOSA HEAD NATIONAL PARK





11.00’de ayrıldığımız kampımızdan bu ulusal parka gitmek hiç de uzun sürmedi. Trafik ışığına maruz kalmamak için geliştirilen “trafik adacıklarına” sanırım sonunda alışmayı başarmıştık. Elbette gene her yer sörfçüler ile doluydu ve park edecek yer bulmak biraz zaman aldı. Kumsalın hemen yanında bulunan bu ulusal park’ta değişik yürüme parkurları bulunuyordu. Vanessa elbette yürümekten haz etmediği için, en kumsala yakın ve en kısa olanı tercih etti. Oysa içeride ki ormanda Koala görme ihtimalimiz dahi vardı. Avustralya’ya geldiğimizden beri, kendimi aşırı miskin ve hareketsiz hissediyordum. Bu durumda oksijen dolu parkta yürümenin bize çok iyi geleceğine emindim.

Etrafta ki onlarca çeşit, ağaç ve bitki örtüsü gerçekten göz boyuyordu. Bir yandan kumsala vuran devasa dalgaların sesi, diğer yandan cıvıldayan kuşlar ve biz doğanın içinde yürüyorduk. Aslında tam da bir çifte yakışacak olan bu tatilin oldukça romantik anları olduğunu söylemeliyim. Elbette diğer yandan, Türkiye’de karavan hayatına uyum gösterecek bir erkek arkadaş bulmak biraz zor olabilir, veya hatta imkansıza yakın diyelim. Bu durumda bu güzel anları en azından benimle paylaşabilecek birkaç arkadaşımın dahi olması beni gerçek anlamda mutlu ediyor diyebilirim.
Elbette 2km ile başlayan yolculuğumuzu ite kaka 5km ile sonlandırmayı başardık. Her ne kadar ilk başlarda azıcık söyleniyor olsa da Vanessa’nın da bundan keyif aldığına neredeyse eminim. Vücudumuzdaki kan dolaşımının hızlanması, içimize çektiğimiz oksijen solu sağlıklı hava ve hareket etmenin verdiği gençlik ile dolup taşmıştık. Onu motive etmek için söylemediğim şey de kalmamıştı bir diğer yandan. Sanırım Tayland’da geçirdiğimiz yokuş iniş ve çıkışlı geçen “hiking” Vanessa’yı orman içinde yürümek fikrinden oldukça soğutmuştu. Ama ne mutluydu ki, Avustralya’yı yürüyerek keşfetmek de diğer yandan müthiş bir şeydi. Yanımızdan geçen çiftler, ya hızlı tempo yürüyorlar ya da koşuyorlardı. Gerçekten hayatımda bu kadar sportif bir millet daha görmediğimi itiraf ediyorum.

2 saatlik yürüşümüzün ardından aşırı acıktığımızı fark edip, parkın girişindeki tahta sandalyeler de öğlen yemeğimizi yedik. Artık okyanusa girmeğe hazır olduğumuzu sandığım sırada, havanın tahminimizden daha fazla serinlediğini fark ettik. Bu durumda kayaların üzerinde geçirdiğimiz huzur dolu 15 dakikanın ardından yeniden yola koyulmaya karar verdik.

Yakınlar da bir yerler de “Rest Area” yani geceyi para ödemeden geçirebileceğimiz bir kamp alanı bulmayı hedefliyorduk. Nitekim harita da var gözüküyordu ancak ne de olsa hiçbir şey gözüktüğü gibi değildi… Neyse ki geldiğimiz şehir de sorduğumuz biri bize yolu tarif ettiğinde elimizle koymuş gibi bulmayı başardık. Ancak park edip, nerede olduğumuzu anlayana kadar hava çoktan kararmıştı bile. Bu durum da ve karanlıkta yemek pişirmek kadar anlamsız bir şey daha yoktu. Ancak zaten şarabımız vardı ve birkaç çeşitte peynir eşliğinde gecemizi renklendirmeye karar verdik. Tam geldiğimiz sırada tanıştığımız “Rudy” ayak üstü sohbetimize istinaden bize “Australia Camps 3” adlı kitabını vererek, buradan neredeyse tüm Avustralya’da para vermeden kalabileceğimizi söylemişti. Nitekim kitabı gecenin karanlığında küçük el defterime indirmeyi başardığımı sanıyorum.
Ne yalan keyfimizi yaptıktan sonra, dışarı çıkıp biraz sosyalleşmek arzusu içinde yanıp tutuşuyorduk. Etraf neredeyse kapkaranlıktı. Sadece 2 kamp ateşi yanıyordu ve pek uzakta oldukları içinde insanları seçmek pek mümkün değildi. Gözlerimiz kara, en yakın ateşin yanına ulaştığımız da 65 yaşlarında bir Avsutralyalı olan Steve ve 20 senedir Avustralya’da yaşayan Yeni Zellandalı çocukla tanışma şerefine eriştik. Bize “Blue Mountains” ı mutlaka ziyaret etmemiz gerektiğini söylemişler ve nasıl burada yaşadıkları hakkındaki enteresan hikayelerini anlatmışlardı. Alenen, ormanın ortasında bulunan bu alanda senelerdir yaşamlarını sürdürüyorlar. İhtiyaçları olduğu zaman çalışıyorlar yoksa geziyorlar veya burada takılıyorlardı. Hala alışmakta güçlük çektiğim bu kavramın zannedersem Avustralya’da yapılabilir oluşu ve mükemmel işleyiş şekli bana artık olağan geliyordu. Kamp yaşamını benimsemiş ve seyyar olarak her yeri gezebilen bu insanları elbette kıskanmıyorum ancak takdirle karşıladığım bir kesin..

Bugün geceye erken veda ettik. Uykuya daldığımız da saat zannedersem en geç 22.00 olmuştu. Sabah uyandığımız da ise gün henüz yeni ağırmış, etraf serinceydi. Güneşin karavanımıza gelmesi saatler aldı bu nedenle uzun süre sweatshirt’lerimizi üzerimizden çıkartamadık. Bir gün yağmur br diğer gün 35 derece hava ve güneş, bir diğer gün, serin ve puslu hava durumu bize de ne yapacağımızı şaşırtmıştı doğrusu..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder